Categories
Kant Modern Philosophy Saf Aklın Eleştirisi

Kant, KrV (Saf Aklın Eleştirisi) “Kategorilerin Transzendental Deduktion’u” § 15, 16, 17 | Ders 12

İmdi Anlama Yetisinin transzendental ve saf kavramlarının, deneyim nesneleri üzerinde hangi hakla kullanıldığını Kant ile birlikte anlamağa çalışacağız. Burada ilkin, “Deduktion’a Geçiş” kısmında karşımıza çıkan karşılaştırmayı, yani Duyumsama Yetisi içerisinde bulunan kalıplar (uzay ile zaman) ile Anlama Yetisi içerisinde bulunan kalıpların (kategorilerin) çok belli bir bakımdan karşılaştırılmasını anımsamakta fayda var. Nitekim bu karşılaştırma aynı zamanda bir uyarı niteliğinde. Buna göre, Görünüşlerin (Erscheinungen) içerisinde, uzay ile zamanın kullanılmasındaki zorunluluk, Kant’a göre görece açıktır. Niçin? Tam da şundan ötürü: Uzay ile zamanı Görünüşlerden uzaklaştırdığımızda, Görünüşler adeta “çöker”; artık kurulamaz olur. Uzay ile zamandan bağımsız Görünüşler hiçbir biçimde kurulamaz. Bunlar olmadan “nesne bize verilemez” ve “görünemez”. Bundan ötürü, uzay ile zaman denilen bu saf bakma kalıplarının kullanılmasındaki zorunluluğa işaret etmek görece kolaydır. Ne ki, bir nesnenin bize “verilmesi” (bir tasarım olarak, bir Görü olarak kurulması) o nesnenin nesne olarak yakalanması için ve bilinmesi için yeterli değildir. Kategorilerin Görünüşler üzerinde kullanılmasındaki zorunluluğa işaret etmek ise -uzay ve zaman ile karşılaştırıldıkta- son derece güçtür. Kategorilerin “nesne” ile ne gibi bir bağlantısı var? Uzay ile zaman nesnenin görünmesine, verilmesine yarıyordu; peki kategorilerin “objektiv” yanı nedir? Kant’ta ne “objektiv”in “nesnel” ne de “subjektiv”in “öznel” diye karşılanabileceğini daha önce de belirttiydik. Objektiv: nesneye ilişkin, nesneye özgü ve nesne hakkında; subjektiv: özneye ilişkin, özneye özgü ve ona ait; özne hakkında demeye geliyor. Herhangi bir zihin kurgulaması hem “objektiv” hem de “subjektiv” olabilir. Bu şu demeye gelir: öznede karşımıza çıkan ya da özneden hareketle yakaladığımız bir şeyin nesnede kullanımı ve geçerliliği de olabilir. Nesne dediğim şey zaten zihnimde bir tasarım. O halde, subjektiv olan yani öznede yakaladığım, özne için söylenen kategorilerin, aynı zamanda objektiv olduklarını söylemek mümkün mü? Kategorilerin nesne diye kurduğum tasarımlar ile bir bağlantıları var mı? Varsa, bu bağlantı zorunlu olabilir mi? Kategoriler nesnede kullanılabilir mi? Eğer zorunlu-objektiv bir bağlantı varsa bu şu demeye gelir: bunların nesnede kullanılması zorunludur. Kant Kategorilerin yani Subjekt’in içerisinde bir tarzda kurulan bu synthetik yapıların, aynı zamanda objektiv olduğunu düşünmekte. Demek ki bu subjektiv yapılar, nesne için de geçerli ve söz konusu. Ne ki buradaki zorunluluğa işaret etmek, bunu açmak hiç kolay değil. Nitekim Kategoriler hiç kullanılmasa bile, Görünüşler tastamam kurulabilir. Kategorilerin, Görünüşlerin kurulmasına hiçbir katkısı yoktur, ama yine de bunların objektiv yani nesneyle ilgili bir tarafı vardır. Dahası, bunların nesne ile bağlantısı zorunludur. İşte bu bağlantıyı yakalamak ve serimlemek hiç kolay değildir. Kategorilere ilişkin bir Deduktion verilmesinin nedeni de tam da budur.

Bu Deduktion’u açıklarken Kant’ın ereğini ve temele yerleştirdiği şeyi gözden kaçırmamak gerekiyor. Nitekim pek çok başka felsefe metninde olduğu gibi burada da, başlangıçta yerleştirilen erek, metnin içine girildikte ve temelendirmeler içerisinde yol alındıkta unutulur. Dahası bu kısımda Kant bize daha önce verdiği ipuçlarından hareketle kategorilerin nasıl kurulduğunu da -en azından açık biçimde- anlatmamakta. Buradaki temel dert, kategorilerin nasıl kurulduğu değil nasıl kullanıldığı ya da kullanımlarındaki zorunluluk: kategoriler nasıl oluyor da nesnede geçerli ve hatta nesne için zorunlu olabiliyor? Biz eğer kategorilerin kullanılmasındaki zorunluluğu yakalayabilirsek, Kant’ı sıkı takip etmiş olacağız. Bunu uzay ile zaman için yaptıydık: Bunlar Newton’ın sözünü ettiği gibi, ayrı başına varolan, mutlak birer şey (res) değildi. Bunlar bizim bakma a priori bakma tarzımız, saf bakma kalıplarımızdı. Saf olan bir ögenin empirik bir kullanımı da olabiliyor. Nitekim uzay ile zaman saftır ama “empirik realite”ye iyelerdir; diyeceğim duyumsamadan ve deneyimden başka hiçbir yerde kullanılamazlar; deneyim ve duyumsama dışında hiçbir “imlem” ve “anlama” iye değildirler.

İlkin başlıklara dikkat çekerek ve bunları birbiri peşi sıra yerleştirerek işe başlamak gerekiyor. Bu nereye doğru gittiğimizi de açık kılacak. §15. Kısımın başlığı söyle: “Genel Olarak Bir Bağlantının Olanaklılığı Üzerine”. §16. Kısım: “Kök-synthetik Apperzeption Birliği Üzerine”; §17. Kısım: “Synthetik-Apperzeption Birliğinin Temel Önermesi, Her Anlama Yetisini Kullanımının En Üst İlkesidir.” “Her Anlama Yetisi Kullanımı”? Yani empirik, saf ya da transzendental her kullanım. Kant burada kategorilerin objektiv olup olmayacağını sorgularken konuyu son derece geniş bir biçimde ele alıp bizim için genel olarak bir şeyin objekt diye adlandırılması nasıl olabiliyor diye sormakta. Buradaki dert bir şeyin objekt olarak “görünmesi” değil, bizim onu objekt diye yakalamamız. Bu nasıl söz konusu oluyor? İlkin objekt‘in çok anlamda söylendiğini belirtmek gerekiyor. Genel olarak objekt ile, empirik ya da saf kavramları (geometrinin nesneleri) olan tek tek nesnelerin arasında bir ayırım var. İlkini kavramak için subjekt’in objekt’ten nasıl ayrıldığını da sormak gerekiyor. Bu saydığımız türden nesneleri ele aldıktan sonra başka türden nesnelere gidecek Kant. Bunlar “deneyim nesneleri”dir. Deneyim nesneleri, deneyim nesneleri olarak nasıl belirlenmekte? Burada Kategorilerin kullanımı karşımıza çıkıyor. O halde karşımızda üç ayrı soru var: 1. genel olarak bir şeye objekt demek nasıl söz konusu olabiliyor?; 2. farklı düzeylerde objekt’lerin objekt diye adlandırılmaları nasıl olmakta?; 3. Deneyim nesnelerinin deneyim nesneleri olarak belirlenmesi ya da işaretlenmesi nasıl oluyor? Çerçeve tam da bu üç soru ile belirlenmekte. Bu sorulara verilen yanıtları sıkı takip edebilirsek son uğrakta (kategorilerde) Kant’ın gördüğü zorunluluğu da yakalayabiliriz.

İmdi biz nesneden nasıl söz edebiliyoruz? “Söz edebilmek”? Evet, nitekim bu kısım yani Anlama Yetisinin alanı sözün (logos/Logik) ve kavramın olduğu kısım. Duyumsama Yetisi ise sözden tamamen bağımsız bir alana (aneu logou) işaret etmekteydi. Nesne, duyumsama yetisi aracılığıyla “bize veriliyor” ve bizim için bir görü ya da görünüş olarak kuruluyor. Ne ki nesnenin bir görü ya da görünüş olarak karşımıza çıkması bizim nesneyi tanımamız anlamına gelmiyor. Hatta nesne salt görünmekle, bizim için asıl anlamda nesne de olamıyor. Bir şeyin upuygun ve asıl anlamda nesne olması için Anlama Yetisinin bir “yönlendirmesine” ihtiyacımız var. Bizim zihnimizde bir tasarım olarak beliren nesne, nesne olduğunu hiçbir zaman bize düşündüremez. “…[B]ağlantı nesnelerde değildir,…, o yalnızca anlama yetisinin yürüttüğü bir iştir.” (KrV, B 134-135) Anlama Yetisinin yaptığı bu işin, bu kök bağlantının ise “pek çok sonucu vardır” (B 133 vd.).

“Genel Olarak Bir Bağlantının Olanaklılığı Üzerine” başlıklı §15. kısımda ilkin şu dikkatimizi çekmekte: burada uzay ile zaman yerine uzayın ya da zamanın “çokkatlılığı” (das Mannigfaltige) ya da bir “saf çokkatlılık”tan söz ediliyor. Bu bir duyumsama yetisi çokkatlılığıdır. Her çokkatlılığın, duyumsama yetisinden çıkması zorunlu değil. Nitekim kavram da bir çok katlılığa işaret eder: kavramların içerisinde farklı kavramlar, tasarımlar vardır. Ama kavram ancak ve ancak Anlama Yetisi içerisinde kurulabilir. “İster duyumsama yetisinin empirik bir çokkatlılığı olsun…” (farklı renkler, dokunmalar vd.) “ister saf çokkatlılık olsun…” (biçimler) ister bir kavram çokkatlılığı olsun bir bağlantıya (Verbindung) getirilmelidir. Bağlantı işi duyumsama yetisi işi değildir. Bağlantıyı her zaman Anlama Yetisi verir. Bir görü çokkatlılığını bağlantıya getirmek için, “üzerinden geçmek” ve biraraya getirmek (synthesis) gerekir. Synthesis (syn-thitemi) iki biçimde söylenir: 1. iç içe geçirmek; 2. yan yana koymak, yerleştirmek. İkincisi daha çok görü çokkatlılıkları için söylenir; birincisi ise genelde kavram çokkatlılıkları için. Kant, B131’de “bağlantının tasarlanması” ifadesini kullanmakta. “Bağlantının tasarlanması” nasıl olmakta? Yani bağlantıyı düşündüren şey ne? Bağlantının tasarlanması ya da düşünülmesi “çokkatlılığının synthetik [verilmiş] bir birliğini” tasarlamaktır. Çokkatlılığın bağlantılı diye düşünülebilmesi için üzerinden geçilmesi ve bir şey ile adeta sıkıca tutturulması gerekir. Bu beriki, bir birliğe (Einheit/unitas) getirme işidir. O halde bağlantı için temelde üç şeye ihtiyacımız var görünüyor: 1. bağlayacağımız şeye yani bir çokkatlılığa; 2. bu çokkatlılığın synthesis’i yani yan yana yerleştirildikte bunun üzerinden geçilmesine; 3. yan yana yerleştirdiğimiz şeyin bütünübir olarak yakalanması ve “kapatılması” yani birliğe getirilmesine. O halde bağlantı (Verbindung)=çokkatlılık+synthesis+birlik (unitas) olarak ifade edilebilir. Peki bu nasıl bir birlik? Bu, niteliksel (qualitativ) bir birliktir yani bir bütünlük verme, sınır verme işidir. Peki bağlantıya getirdiğimizde ne olmakta? Bu biraraya getirme işi bizim için son derece temeldir, çünkü biraraya getirdiğimizde en temelde “kavramlar” denilen yapıları kurarız. Kant’ın kendisinin buna verdiği son derece yalın örnek bir conceptus communis yani bir “ortak kavram” olan ‘kırmızı’dır. ‘Kırmızı’ bir kavramdır ve çokkatlı bir yapıdır (kavramın kendisinin bir rengi yoktur), ama bu tasarım içerisinde öyle bir kural barındırır ki, kişi nerede kırmızı görüsü ile karşılaşırsa orada –bu kavram aracılığıyla– “kırmızıdır” der ya da diyebilir. Biz her an Görünüşleri kurarken bunlara salt resimler olarak bakmayız, görünüşler kuruldukça biz bunları –her an– farklı kavramların ve ‘düşünce’nin altına getiririz, bunları “belirleriz” (determinatio). Bir Görünüşe salt Görünüş olarak bakmak bizim için söz konusu değildir. Kant burada farklı “nesne kavramları”ndan söz etmekte. Biz her defasında Görünüşlere bir “nesne kavramı”nın altında bakarız ve onun aracılığıyla görüleri düşünürüz. Sözgelimi “kalem”. Tek tek nesneleri yakalamak böyle oluyorsa, görünüşleri “genel olarak obiect” diye yakalamak nasıl olmakta? Anlama Yetisinin, Duyumsama Yetisinin ürünleri içerisinde her an bağlandığı kimi şeyler vardır. Bunlar onun farklı düzeylerdeki kavramlarıdır. Sözgelimi her an empirik kavramları aracılığıyla kimi görülere bağlanmaktadır. Anlama Yetisinin kavramlar altına görüleri getirmesi, onun bunları spesifik nesneler kılması ve bunların spesifik nesneler olarak yakalanması da demektir. Burada olan şey hem ayırdına varma hem tanıma hem belli bir kavram altında yakalamadır. İşte bu “tanıma” işinde karşımıza Apperzeption (ad+perceptio) çıkmakta, yani “bir duyumsamanın duyumsanması”. Biz görünüşleri kavramlar altına (bunlar ister empirik ister saf ister transzendental kavramlar olsun) getirdiğimizde duyumsadıklarımızı duyumsayabiliriz. “Çizgi” kavramının altına getirdiğimiz çokkatlılıkla bir çizgiyi tanırız, yakalarız; bir çizginin ayırdına varırız. Böylelikle, bir Görünüş asıl anlamda bir nesne haline gelir ve böylece yakalanır.

§ 16. Kısımın başlığı ise şöyle: “Kök-Syntetik Apperzeption Birliği Üzerine”. Bu en temelde, en kökte yatan ve syntetik olarak verilen Apperzeption Birliğidir. Burada başlık hem nesne olan genitiv hem de özne olan genitiv olarak alınmalı. Dolayısıyla burada hem Apperzeption‘un verdiği kök-synthetik birlikten hem de Apperzeption oluşturan synthetik birlikten söz edilmektedir. Burada Kant, Descartes’tan da hareketle cogito/ich denke/I think/düşünüyorum edimini zihnin en temeline yerleştirmektedir. Anlama Yetisinin en temelinde henüz nesnesi olmayan, çokkatlılık barındırmayan, henüz hiçbir şeyi içerikli olarak düşünmeyen bir “düşünme” (reines Denken) vardır. Bu bir “düşünüyorum” edimidir. Bu edimin kendisine ilişkin bir gerekçelendirme (Deduktion) vermeye de gerek yoktur. Nitekim Aristoteles’in de dediği gibi her şeye ilişkin bir tanıtlama verilmez, kimi şeyler “örneklere gitme aracılığıyla (epagoge) yapılan birlikte-bakma (synopsis) sonucunda” (Aristoteles, Metafizik, Th. 1048a 36) apaçık kavranır. Ich denke/cogito/ düşünüyorum ediminin zihnin içerisinde olduğu Kant’a göre “fiziksel” olan bir şeydir yani bir olgu meselesidir. Olgu “zihnin dışında olan şey” demek değildir; tersine, olan ve olduğu apaçık olan şeydir. Bizim zihnimizde bu türden temel bir “düşünüyorum” ediminin olduğu apaçık bir şeydir, ne ki bu edimden hareketle kurulan yapıların kullanımlarındaki haklılığı serimlemek için bir Deduktion verilmesi gerekmektedir. “‘Düşünüyorum’, benim tüm tasarımlarıma eşlik edebiliyor olmalıdır.” (B 132). Böyle olmasaydı “bende öyle bir şey tasarlanırdı ki hiçbir biçimde düşünülemezdi, hatta benim için tasarım olanaksız ya da hiçbir şey olurdu.” (ibid.) Burada Kant, Anlama Yetisinin öteki tüm kullanımlarının onun üzerine kurulduğu bir kök synthesis’ten söz etmekte.Bu synthesis’i gerçekleştiren şey Anlama Yetisinin kök kısmı yani ich denke/cogito/düşünüyorum edimidir. Anlama Yetisinin “kendiliğindenliği” (Spontaneität) de tam bununla ilişkilidir. Kant cogito‘ya “saf Apperzeption” da demekte. Ne ki her Apperzeption bir şeyin ayırdında değildir, her Bewußtsein (consciousness) bewußt (conscious) değildir. Zihnin kökünde bulunan bu “düşünüyorum” edimi henüz hiçbir şeyin ayırdında değildir ama her şeyin ayırdında olmanın olanaklılığını taşır. O olmadan hiçbir şeyin ayırdında olunamaz. Nesnenin olduğunu yakalamak için ve dahası kendime ilişkin bir Bewußtsein (ayırdında-olma) kurmak için ich denke/cogito/düşünüyorum edimi ile yapılan synthesis zorunludur. Dolayısıyla bu sözcüğü yalınkat “bilinç” diye karşılamak problemli görünüyor.

Duyumsama Yetisinin ürünlerinin Görünüşler olduğunu ve bunların birer tasarım olduğunu belirttiydik. Bu tasarımların ayırdına varılması için bir Anlama Yetisi yönlendirmesi (Verrichtung) gerekmektedir. Anlama Yetisi her an tasarımlar geldikçe ich denke/cogito/düşünüyorum edimini tasarımların içerisine yerleştirmektedir. Dolayısıyla tüm tasarımlar ich denke/cogito/düşünüyorum edimi ile yapılan synthesis’ten geçmektedir ve ich denke/cogito/düşünüyorum edimi bunlara yedirilmektedir. Bu şu demeye gelmekte: tasarım+ben=benim tasarımlarım (Vorstellungen+ich denke= meine Vorstellungen.) Duyumsama Yetisinin tüm çıktısı adeta “ben” ile işaretlenmektedir, bu işaretleme synthesis tarzında bir işaretlemedir. Kant B133’te şöyle diyor: “Bu kök bağlantıdan çıkan pek çok sonuç vardır.”

Bu sonuçlardan biri şudur: bunlar “benim” tasarımlarım ise şunu demek de söz konusu olur: “bunlar vardır” ve “ben varım” (ego sum/ich bin/I am/ben varım). Burada ben hem kendimin ayırdına varmaktayım hem de bir bütün olarak “obiectum”un (nesnenin) ayırdına varmaktayım ve dolayısıyla obiectum ile subiektum‘u birbirinden ayırmaktayım. Gördüğüm şeyler olarak tasarımların, benden ayrı şeyler diye düşünülebilmesinin koşulu ich denke/cogito/düşünüyorum edimini tasarımlar geldikçe (“bize verildikçe”) bunlara yedirmektir. Ancak bu synthesis aracılığıyla kişi “ego sum” (ben varım) ve “id est” (o var, nesne var) ve benden ayrıdır diyebilir. Nitekim dışarıda diye görünen nesnelerin zihinden ayrı ve bağımsız olması zorunlu değildir. Bunu daha önce de belirttiydik. “Dışarıdalık” ilişkisi “zihinden bağımsız olmaklık” imlemez. Ne ki dışarıda diye gördüğümüz şeylerin tamamı Kant’a göre birer tasarımdır. Ama bununla birlikte hiç kimse gündeliklikte bu “zihindeki tasarımları” sözgelişi bir kalem görüsünü zihninin içerisinde diye düşünmez; tersine, kendisinden ayrı bir nesne diye düşünür. İşte bunu düşündürten şey Anlama Yetisinin bir yönlendirmesidir. Demek ki nesne ile özne arasındaki ayırım, her tasarımın içerisinde ich denke/cogito/düşünüyorum edimini yerleştirerek ve yedirerek kurulmakta. Demek ki genel olarak, her “nesne” tasarımının içerisinde ich denke/cogito/düşünüyorum edimi vardır. Nitekim bir şeyin nesne diye belirlenebilmesi için, o tasarımın içerisine bu edimin yerleştirilmesi gerekir. Nesne (obiectum/antikeimenon/Gegenstand), karşıma fırlattığım/yerleştirdiğim/koyduğum şeydir. Nesneyi karşıma fırlatılmış bir şey olarak düşünebilmemin “olanaklılığın koşulu” tasarımlarıma “düşüyorum” edimi yedirmek ve bunun aracılığıyla tasarımlarımın ayırdına varmaktır.

O halde genel olarak nesne kavramının içerisinde ich denke/düşünüyorum/cogito edimi bulunmakta. Bir şeyin subjekt’ten objekt olarak ayrılabilmesi için ich denke/cogito/düşünüyorum actus zorunlu ise, düzey düzey ve farklı tarzlarda yakalanan ve kurulan objekt’lerin tamamında ich denke/cogito/düşünüyorum ediminin kullanılması zorunludur. Nerede bir nesne kavramı varsa, o kavramın içerisinde ich denke/cogito/düşünüyorum edimi vardır. O halde empirik kavramlara yeniden bakalım. Kalem kavramının içerisinde de bu kavrama bir unitas/Einheit (birlik, bütünlük) veren şeyin kendisi ich denke/cogito edimidir. Tek tek durumlarda duyumsayarak kurduğum birbirine benzer türdeki çokkatlılıklardaki ortak olanı yakaladıktan sonra bir kural olarak Anlama Yetisinde birleştiririz, synthesis yaparız. Ne ki bu çokkatlılıkları bir özellik (Merkmal) üzerinden biraraya getirdikten sonra bir de ich denke/cogito/düşünüyorum edimi ile birlik (unitas) veririz. Böylece ortaya bir nesne kavramı çıkar. Örneğin “kalem”. Kalem kavramı bir kez kuruldukta, benzer görüleri (yargıgücünün de yardımı ile) bu kavramın altına getiririz ve “x, y, z kalemdir” deriz. Demek ki bir şeyin herhangi bir düzeyde bir objekt olabilmesi için (ister saf olsun, ister empirik, ister transzendental), nesne olarak yakalanması, tanınması, ayırdına varılması ve “benim için nesne haline gelebilmesi için” ich denke/cogito/düşünüyorum edimi ile synthesis yapılması gerekiyor. Ama en kökte yapılan synthesis temelde subjekt ile tüm objekti (tüm Görünüşleri) ayıran syntesis’tir. Bu synthesis “kök-synthetik Apperzeption Birliği”ni veren synthesis’tir. Eğer genel olarak Görünüşleri kendi zihnimizden ayrı diye düşünemezsek, tek tek nesne kavramlarını da kuramayız. Saf kavramlar söz konusu olduğunda da (örneğin “çizgi kavramı”) saf çokkatlılıklar yan yana getirilir ve yine ich denke/cogito/düşünüyorum edimi ile birliğe getirilir. Görünüşler alanına bir çizgi çizmekte olan kişi zaten çizgi kavramına iyedir ve çizmekte olduğu “çizgideki birlik aslında kavramın birliğidir”.

Kant B 137 ve devamında bize “nesne”nin önde gelen tanımını da vermekte. “Genel olarak konuşmak gerekirse, Anlama Yetisi, bilgiler olanaklılığıdır.” “Bilgiler Yetisi” demesinin nedeni şu: Anlama Yetisinin yaptığı iş hep “genel olan” ile bağlantılıdır. Genel olanın, synthetik olanın kurulması –Kurgulama Yetisi/Einbildungskraft ile birlikte– Anlama Yetisi tarafından yapılır. Anlama Yetisinin birlik verdiği yapılar “düşünme” ile biraraya getirilmiş yapılardır. Kant devam ediyor: “Bu ise kimi belli tasarımların bir nesne ile bağlantısında yatar.” Peki nesne nedir? Nesne yalınkat karşımızda beliren, görünen şey değildir. Nesne Kant’a göre bir kavrama bağlı olan farklı farklı tasarımlardır. Kavramı kuruldukta, belli bir görü bizi “kavramına götürür”. Nesne, çokkatlı, birliğe getirilmiş ve kural içeren bir kavramdır. Nesne “kavramında verili bir görünün çokkatlılığının birleştirildiği (vereinigen) şeydir.” Kavramın kurulması da ancak ve ancak ich denke/cogito/düşünüyorum ediminin yaptığı synthesis ile olanaklı idi. O halde her türden düzeyde nesnenin/obiektum’un kurulması da bu edime bağlıdır. Bunlar olmadan hiçbir şey benim için “nesne haline gelmez”. Her türden kavramın içerisinde (empirik, saf ve transzendental) ich denke/cogito/düşünüyorum edimi zorunlulukla vardır. Kategoriler de deneyimle bağlantılı kavramlardır, deneyimi kuran saf kavramlardır. Kategorilerin nasıl kuruldukları üzerine daha sonra konuşacağız, nitekim bunlar birer idea innata değildir. Kategoriler, deneyim nesnelerinin kavramlarıdır ve görünüşlerin içerisindeki kimi şeyleri bizim için nesne kılmaktadırlar. Görünüşlerdeki kimi yapıların deneyim nesneleri olarak yakalanmaları için kategorilerin altına getirilmeleri zorunludur. Nasıl ki genel olarak tüm Görünüşlerin obiektum olarak adlandırılması ve ayırdına varılması için ich denke/cogito/düşünüyorum edimi ile synthesis yapılması zorunluysa, kategorilerin içerisinde de hem bu edim vardır hem de kategorilerin her birine özgü olan transzendental içerikleri vardır. Bir empirik kavram olan “silgi”nin nesne kıldığı görünüşü yakalamak görece kolaydır, ama neden-etki kavramlarının zorunlulukla nesne kıldığı görünüşleri yakalamak hiç de kolay değildir.

Kant R. 5934‘de söyle demekte: “Tüm Görünüşler, kategoriler altında durur. Uzay ile zaman bizim için görüdeki bağlantı (Verbindung) kalıplarıdır ve bunlar (uzay ile zaman) kategorileri in concreto yani tek tek durumlarda uygulamaya yarar.” Demek ki uzay ve zaman, kategorilerin onlara a priori bağlandığı nesnelerin temelini vermekte. Bu, bundan sonra üzerine konuşacağımız pek çok kısım için son derece önemli bir ipucu gibi görünmekte.

Demek ki kavramların temeli de olan ich denke/cogito/düşünüyorum edimi ile genel olarak nesne ile özneyi birbirinden ayırabiliyoruz. Daha dar alınan nesne kavramlarının da temelinde yine bu edim aracılığıyla yapılan synthesis yatmakta. Bu kısımda bunları belirlemiş olduk.

Categories
Kant Saf Aklın Eleştirisi

Kant, KrV (Saf Aklın Eleştirisi) Transzendental Analytik II, I, §13-§14 | Transzendental Deduktion’a Geçiş | Ders 11

Kant, Transzendental Deduktion‘a, diyesim Kategorilerin Transzendental Deduktion‘una geçmeden önce (nitekim Kant bize sadece kategorilerin değil ama aynı zamanda kimi başka kavramlara ilişkin de Transzendental Deduktion verilebileceğini ve kendisinin de bunu yaptığını söylemekte) ilkece niçin böyle bir gerekçelendirmenin gerekli olduğunu bize anlatmakta. Kant’a göre, Anlama Yetisinin bu saf kavramları yani kategoriler söz konusu olduğunda, kimi şeyleri görmek, sözgelimi Duyumsama Yetisine ilişkin yapılan transzendental soruşturmada olduğu gibi “a priori açık değil” (A 90, B122). Niçin kategoriler Görünüşler üzerinde geçerli olabiliyor sorusunun yanıtını vermek hiç kolay değil. Dolayısıyla burada bir Deduktion verilmesi gerekiyor. Transzendental Estetik‘te yapılan iş de aslında bir Deduktion verme idi. Kant’ın kendisi de bunu ifade etmekte (Bkz. A 87, B 119). Ne ki bu beriki Deduktion‘un “daha az bir çaba ile” kotarıldığını (A 89, B 121) ve uzay ile zaman “kavramlarının” Görünüşlerde kullanılmasındaki zorunluluğun serimlendiğini görüyoruz.

Deduktion, Kant’ın hukuk terminolojisinden aldığı kavramlardan biri. Deduktion burada gerekçelendirme anlamında kullanılmakta ve bir kavramın kullanılmasındaki haklılığa işaret etmekte. O halde burada bir hak (Recht) meselesinden söz ediliyor. Bir kavrama ilişkin Deduktion verildiğinde (her kavrama, her tasarıma ilişkin Deduktion vermek gerekmez) hangi hakla o kavramı kullandığımızı serimleriz, bir hesap veririz. Kimi kavramlarda ise deneyim alanında kavramın nesnesine işaret etmek olanaklı olabilir. Böyle olduğunda gerekçelendirmeye gerek yoktur ama yine de deneyime gitmekle kavramın kullanılmasındaki haklılığa bir kanıt (Beweiß) getirmiş oluruz. Kant’ın da aktardığı gibi, hukukçular bunu quid iuris ve quid facti arasındaki ayırım ile anlatmakta. Mahkemeye getirilen bir olay söz konusu olduğunda burada yargıç bu olayın nasıl olduğunun anlatılmasını ve bunda da olmuş olanın hakikaten öyle olduğuna ilişkin kanıtlar getirilmesini ister. Bu çoklukla empirik bir kanıta işaret eder. Sözgelimi “cinayetin işlendiği gece o kişi şurada idi, buna tanıklık eden kişiler şunlardır ve şu türden başka kanıtlarımız vardır”. Ne ki mahkemede tartışılan sadece olmuş olanın nasıl olduğu değil, dahası buradaki olayın ve eylemlerin hangi yasa altında değerlendirmesi gerektiğidir. Yargıç, buna ilişkin de bir kanıt getirilmesini ister. Bir olayın (factum) şu yasa değil de şu ötekisi aracılığıyla düşünülmesi gerektiğini serimlemek, bir gerekçelendirme sunmaktır. Bu beriki kanıt, olayın nasıl olmuş olduğuna ilişkin getirilen kanıttan farklıdır. Bunun adı Deduktion‘dur. Quid iuris, bu olay hangi hakla şu yasa altında düşünülüyor sorusudur. Deduktion getirmek de tıpkı bir şeye olguda işaret etmek gibi bir kanıttır. Ne ki Deduktion dolaylı bir kanıt getirmedir. İşte bir mahkeme salonunda hukukçular tarafından böylece kotarılan işi Kant bir analoji ile kendi iş görmesine taşımakta. Nasıl? Tam da şöyle: o, ilkin insan zihni içerisindeki kavramlara genel olarak bakmakta. İnsan zihni içerisinde ya da daha dar biçimde ele almak gerekirse, Anlama Yetisi içerisinde farklı türden pek çok kavrama rastlamak mümkün. İmdi soru şu: Bu kavramları ele aldığımızda, bunları kullanmamızdaki haklılığa nasıl işaret edebiliriz? Bu kavramlar içerisinde, kendilerine ilişkin bir gerekçelendirme sunmanın pek güç olduğu kavramlar da var. Öte yandan kimi kavramlara ilişkin bir Deduktion vermeye bile gerek yok. Nitekim kavramın deneyimde karşılığı varsa, o kavramın hangi hakla kullanıldığı sorulduğunda, buna ilişkin, akıl yürütme ile birlikte giden bir hesap vermenin gereksiz olduğu görülüyor çünkü bu bir questio facti yani olgu sorusudur. Buna hemen bir örnek getirmek de mümkün. Sözgelimi empirik bir kavram olan “arı” kavramını hangi hakla kullandığımızı soruşturup bir Deduktion vermeye gerek yoktur çünkü “her defasında el altında deneyim vardır” (A 84, B 116). Bu kavrama karşılık gelecek deneyim nesneleri vardır. Dolayısıyla bu kavramın kullanılmasındaki haklılığı bir gerekçelendirme ile yani bir yerden hareketle ortaya koyacağımız sağlam bir temellendirme ile göstermeye gerek yoktur. Ne ki Kant “talih” ya da “kader” gibi, Görünüşler alanında karşılığı olmayan, gerekçelendirmesi de Akıl tarafından verilemeyen ama yine de “yaygın biçimde kullanılan” kavramların “bizi soktuğu güç durumdan” (A 84, B 117) da söz etmekte. Nitekim Görünüşler alanını sıkı takip ettiğimizde, burada bu kavramlara karşılık gelebilecek factum‘lara rastlamayız.

Kant burada kendi yaptığı iş bakımından da bir Deduktion vermek gerektiğini ifade etmekte. Kendi yaptığı iş nedir? Tam da şu: Anlama Yetisinin içerisinde Görünüşlere zorunlulukla bağlanan kimi saf kavramlar olduğunu savlamak. Kategoriler denilen, Anlama Yetisinin saf kavramlarının, yani duyumdan ve deneyimden tamamen bağımsız bir tarzda ortaya koyulan bu kavramların, Görünüşler alanında nasıl geçerli olduğunun ve bunlarda nasıl kullanıldığının hesabının verilmesi bir Deduktion‘dur. Burada Deduktion sözcüğü bir analojiye göre kullanılmakta.

Zihnin çok özel bir yetisi olan Anlama Yetisi içerisinde “artamayacak, mutlak bir Birlik” olarak karşımıza çıkan oniki tane saf kavram var. Akıl bu “mutlak birliği” bir ide olarak görmekte ve bu yapıt içerisinde bize serimlemekte. Kategoriler denilen bu oniki saf kavram, Anlama Yetisi içerisinde bir biçimde kurulmuştur. Dahası, bunlar birer düşünme kalıbıdır. Kategorilerin niçin nicelik olarak oniki olduğu üzerine önceki kısımlarda konuştuyduk. Transzendental Deduktion kısmı, buna ilişkin doğrudan ve açık bir şey söylememekte. Transzendental Deduktion‘da, Görünüşleri düşünmeye yarayan, deneyimin “olanaklılığının koşulunu” oluşturan ve kendilerinden bağımsız empirik herhangi bir kavramın kurulmasının olanaklı olmadığı bu saf kavramların, haklı hakla Görünüşlerde kullanılabildiği serimlenir. İmdi, kategorilerin Görünüşlerde kullanımının ve a priori bağlantısının zorunlu olduğunun görülmesi Kant’a göre kolay değil. Peki, kolayca görülebilen ne vardı da Kant bunun kolay olmadığını söylüyor? Burada David Hume’un “tüm akıl yürütmelerimiz bir karşılaştırmaya dayanır” yollu savı hemen yeniden akla gelmekte. Transzendental Estetik içerisinde yani Duyumsama Yetisinin ilkelerine ve başlangıçlarına baktığımız sapasağlam bilgi alanında, uzay ve zaman denilen kalıpların, Görünüşlerde zorunlulukla kullanılması gerekliliği Kant’a göre apaçık görülebiliyordu. Niçin? Çünkü bunlardan özellikle uzay kalıbına baktığımızda şunu söylemek gerekir: görünüşlerin diyesim yayılımlı diye gördüğümüz bu tasarımların kurulması için uzay kalıbının kullanımı zorunludur. O halde Görünüşler, uzay ile zaman olmadan kurulamaz ve bunlar olmadan “nesne bize verilemez”. Tam da bundan ötürü, uzay ile zamanın Görünüşler alanında kullanılmasındaki zorunluluğa işaret etmek, Kategorilerin Görünüşler alanında kullanılmasındaki zorunluluğa işaret etmekten çok daha kolay. Nitekim yapının kurulması uzay ile zamana bağlı: duyum çokkatlılığı ile uzay ve zaman bir araya geldiğinde ancak Görünüşler kurulabilir. Bize nesne ancak ve ancak bu şekilde “verilebilir”. Peki “biz” kimiz ya da “Ben” ne? Yanıt: “Ben”=Anlama Yetisinin kökü. Nesne de Anlama Yetisine verilmekte. Peki niçin? Onu nesne olarak tanısın diye, bilsin diye, ayırdına varsın diye. Nitekim “bir nesnenin bilinmesi ile düşünülmesi aynı şey değildir” (B 146). Nesnelerin bize “verilmesi” yani duyumsama yetisi içerisinde kurulması demek, bizim onları asıl anlamda “nesne” diye yakalamamız anlamına gelmez. Bunu açalım: bir şeyin zihnimizde bir duyumsama yetisi tasarımı olarak kurulması, bunun zihin tarafından “nesne” diye alındığını imlemez. Bir duyumsama yetisi tasarımını “nesne” diye yakalayabilmek için zihince başka bir iş ya da işleme gerek vardır. Bundan ötürü Kant, nesnenin “verilmesi”nden sonra, nesnenin nesne olarak düşünülebilmesi, tanınabilmesi ve yakalanabilmesi için artık Affektion gibi bir şeyin değil, bir Functio‘nun devreye girmesi gerektiğini savlamakta. Zihnin bir işlemi ile ancak zihin, kendisine verilen tasarımı “nesne” diye düşünebilir. Bir duyumsama yetisi ürünün obiectum olarak yani karşımıza fırlatılmış bir şey olarak düşünülebilmesi için, zihnin bir işleminden geçmiş olması gerekir. Kategorilerin Görünüşler üzerinde kullanılmasındaki zorunluluğun gerekçelendirilmesi yani Deduktion‘u işte tam bunun üzerinden açıklanmakta. Şunu belirttik: kategoriler kullanılmadan da Görünüşler kurulmakta ve nesne bize verilmekte. Bir şeyin bize görünmesi için Kategorilere yani “düşünme işlemlerine” hiçbir biçimde gerek yoktur. Ne ki nesnenin nesne olarak yakalanması ve düşünülmesi için düşünme işlemlerine gerek vardır. “Düşünme işlemi” nedir? Düşünmenin işlemi -daha sonraları Heidegger’in de “logos” üzerinden anlatacağı gibi- bir tür toplama, bir araya getirme işidir.

Anlama Yetisinin saf kavramları nesnelerine a priori bağlanır. Bu bağlanma, Kant tarafından şöyle ifade edilmekte: “kendi tasarımlarına deneyimden hiçbir şey katmadan” bağlanma. Biz bu kavramlardan genel olarak ve gündeliklik içerisinde de söz etmekteyiz. Nitekim Kategoriler olarak bunların adını koymadan da bu kavramlardan söz etmek mümkün. Sözgelimi “neden” ya da “etki” sözcükleri “ortalamalık ırası taşıyan Anlama Yetisinin” de kullandığı sözcüklerdir. Peki bu nasıl olmakta? Tam da şöyle: Anlama Yetisi, deneyimin kurulmasında bu kavramları her an Görünüşlere yedirdiği ve yerleştirdiği için (Kant’ın burada kullandığı sözcük: erzeugen), bunlar deneyim alanından birer kavram olarak tekrar toplanabiliyor. Ne ki bu toplama, empirik bir işe işaret ettiği için, bu kavramlara yüklenmesi gereken zorunluluğu serimleyemez. Sözgelimi “neden-etki” bu türden bir iş ile, Hume’un bıraktığı yerde (Kant’ın akarımı ile: “tümevarım aracılığıyla kurulan karşılaştırmalı bir genellik”) kalır. Dolayısıyla bu kavramlar Kant’a göre, deneyimden hareketle türetilemez. Bu türden bir türetme ile ona göre bu kavramların “değerine, dignitas‘ına” zarar vermiş oluruz. Gündeliklikte kullandığımız neden-etki, kalıcılık-ilineksellik kavramları, kategorilerin Görünüşlerde kullanılmasından hareketle, bizim yine bu empirik alandan topladığımız notio‘lardır. Aynı şey uzay ve zaman için de söz konusudur. Zaten hali hazırda Görünüşler alanının içerisinde bulunan uzay ve zaman, buradan sıyırılıp alınabilir ve bir notio haline getirilebilir. Nitekim bundan ötürü, Transzendental Estetik kısmında, bunların da transzendental Deduktion‘u verilmişti. Ne ki Görünüşlerden hareketle kategorinin kuralını vermek, uzay-zamandan hareketle bunların kurallarını vermekten çok daha güç bir iştir çünkü kategoriler, Görünüşler alanında ontik olarak karşımıza çıkmaz (vorzeigen). Dahası uzay ile zamanın transzendental Deduktion‘u verilmediğinde yani bunların mutlak anlamda varolmadığı ve yalnızca birer bakma kalıpları olduğu gösterilmediğinde, Kategorilerin transzendental Deduktion‘u da son derece muğlak hale gelmekte. Nitekim Kategoriler, deneyimi aşan bir tarzda, uzay kavramı üzerinde kullanılabiliyor. Sözgelimi uzay, bir Substantia olarak düşünülebiliyor. (Newton’un yaptığı iş buna örnek diye düşünülebilir, nitekim o uzay ile zamanın ayrı başına ve mutlak anlamda olduğunu savlamakta.) Dolayısıyla biz uzay ile zamanın mutlak anlamda varolmadığını ama yalnızca bizim zihnimizin birer bakma kalıbı olduğunu serimlersek, kategoriler aracılığıyla yapılacak olan bu sınır aşımlarının da önüne geçebiliriz.

O halde, Transzendental Deduktion içerisinde sorulan soruyu tekrar edelim: kategoriler hangi hakla Görünüşlere a priori bağlanabiliyor? Bunlar saf kavramlar, Görünüşlere de a priori bağlanıyorlar. Anlama Yetisinin saf kavramları olan bu kategoriler, her tek durumda, Görünüşlerin öyle kısımlarına bağlanırlar ki, bu bağlanma bir zorunluluğa işaret eder. Bu Deduktion‘un niçin transzendental olduğu da açık: nitekim ancak ve ancak bu kavramlar yani kategoriler aracılığıyla deneyim kurulabiliyor. Nitekim bunlar deneyimin “olanaklılığının koşulu”, bir “kaynak” ya da da bir Principium‘dur (başlangıç). Bizim içerisinde devindiğimiz kurulmuş olan doğa, bir sonuç olarak “karşımızda” durmaktadır ve onun bu biçimde kurulmuş olmasının arkasında kimi zorunlu şeyler bulunur. İşte transzendental soruşturmada bu kaynağa ve başlangıca, yani deneyim denilen kurulmuş ve çok katlı yapının, zihinden başka hiçbir yerde olamayacak kaynağına ve başlangıcına gidilir. Bunun için “genel olarak deneyimi” (Erfahrung überhaupt) bölmek gerekir. Deneyimin analysis‘i ile ortaya Görünüşler (Duyumsama Yetisinin Ürünleri) ve Kategoriler (Anlama Yetisinin Saf kalıpları) çıkar. Ne ki bu yapıyı daha da bölmek mümkün. Görünüşler de synthetik bir yapıya işaret ettiği için, bunları da bölebiliriz. Görünüşleri böldüğümüzde bunların içerisinden uzay, zaman ve empirik çokkatlılık çıkar. Bu sonuncusuna Kant duyum (Empfindung) ya da izlenim (Eindruck) demekte. Bizim zihinden hareketle söyleyebileceğimiz şeyler bunlarla sınırlı. Kant’ın, yapıtının Giriş (B) kısmının hemen başında “bizim tüm cognitio‘muz (cognitio dar anlamı ile bilgi; geniş anlamı ise “zihin” kurgulaması olarak düşünülebilir, nitekim Kant Duyumsma Yetisinin ürünlerine de cognitio demekte. Uzay ile zaman da birer cognitio ama bunlara “bilgi” demek doğru değil.) yani tüm zihin yapıntılarımız deneyimle başlar” demesi boşuna değil. Nitekim karşımıza çıkan ilk zihin kurgulaması deneyimdir. Bunu böldüğümüzde ise bunun içerisinden kimi öteki cognitio‘lar çıkar.

Quid iuris ile quid facti üzerine yukarıda ayrıntıda konuştuk. Kant bir kavramın kullanılmasındaki haklılığa ilişkin getirilen açıklamaların Locke’un ya da Hume’un yaptığı gibi yapılamayacağını düşünmekte. Nitekim o, saf ve a priori bir tarzda kurulan ve kullanılan kavramların yani kategorilerin “doğum belgesi”nin deneyimden başka bir yerde olduğunu düşünmekte. Kategorilerin bir doğum belgesi varsa, bu şu demeye gelir bunlar “doğmuştur” ve birer idea innata değildir. Kategorilerin ortaya çıkması, doğması ve tam da bu nicelikte ortaya çıkması boşuna değil. Kategorilerin kendileri bir kökendir ama kategorilerin de bir kökeni, kaynağı ve doğumu vardır. Bu soru, diyesim, kategorilerin nereden geldiği sorusu, kendisine ilişkin Deduktion verilecek bir soru değildir. Bunun nedeni şu: a priori cognitio‘nun kökenine bakma işi yine bir questio facti işidir. Factum (olgu) dediğimizde sadece empirik bir şeyden söz ediyor değiliz. Dahası factum zorunlulukla, zihinden ayrı olan bir şey de değildir. Factum, olan, ve olduğu apaçık, inkar edilemeyecek olan şey demektir. Kategorilerin kökündeki saf düşünme edimi bir factum‘dur ve onun bir Deduktion‘u verilemez.

Yine Kant bu kısımda uzay ile zamandan birer “kavram” olarak bahsetmekte. Bu gelişigüzel bir şey değil. Nitekim o bizi Transzendental Estetik içerisinde uzay ile zamanın hiçbir biçimde kavram olmadığı konusunda uyarmıştı. Şimdi uzay ile zamana “kavram” demesinin nedeni şu: burada tartışma, genel uzay ve zaman kavramları üzerinden yürütülmekte. Nitekim ortalamalık ırası taşıyan Anlama Yetisi de uzay ile zamandan söz etmekte. Zihin ürünlerinin, Görünüşlerin içerisine yerleştirilmesinde (Kant’ın burada kullandığı sözcük: Erzeugung) bu ürünler başka bir hale gelmekte ve biz, bu son durumlarından hareketle bu ürünleri toplamakta ve genel olarak ifade etmekteyiz. Uzay, zaman ile kategoriler, Görünüşlerin içerisinde adeta gömülüdür. İşte Locke ya da Hume gibi düşünürler, Kant’a göre, gömülü olan bu yapıları buradan bir türetme ile (derivatio) ile toplayıp ele almakta ve buradan hareketle, bu yapıların sağlam bir gerekçelendirmesini verememektedirler. İşte karşımızda duran bu çokkatlılığın, deneyimin ya da kurulmuş doğanın arka planına bakmak, geçmek gerekir. Transzendental iş tam da budur. Tüm bu “Kritik” bu türden bir ayıklamaya da işaret eder.

Kategoriler, Görünüşleri düşünmeye yarayan kalıplardır. Görmeye yarayan kalıplar ise uzay ve zaman idi. Kant, soruyu şöyle sormakta: bu subjektiv (özneye ait, özneye özgü ve ilişkin) kalıplar nasıl objektiv (nesnede geçerli, nesne için söz konusu) olabiliyor? Sözgelimi zihindeki neden-etki kalıbının Görünüşlerde kullanılması için apaçık bir sebep var gibi görünmüyor. Uzay ile zaman da subjektiv kalıplar, ne ki bunlar aynı zamanda objektiv. Bir ögenin subjektiv olması, onun aynı zamanda objektiv olmasına hiçbir biçimde engel değil. Nitekim özne için söz konusu olan bir şey, aynı zamanda nesne için de söylenebilir. Sözgelimi öznenin bakma kalıbı olan uzay, aynı zamanda objektiv yani nesne için de geçerli çünkü ancak böylece “nesne bize verilebilir”. Dahası, bir yapı hem empirik hem saf da olabilir çünkü empirik iki anlamda kullanılır: 1. deneyim için söz konusu olan, deneyimde kullanılan; 2. duyumsama içeren. Kant, uzay ile zamanın saf olduğunu birden çok kez vurgulamakta. Öte yandan bunların “empirik bir gerçekliğinin ve kullanımının” olduğunu da bize söylemekte. Peki bu ne demeye gelir? Tam da şu: burada empirik, “duyum içeren” anlamında kullanılmamakta. Burada empirik sözcüğü, bu zihinsel yapıların deneyimde kullanıldığını, deneyimde geçerliliğinin olduğunu bize göstermekte.

Anlama Yetisinin kavramları, görüde karşımıza bir nesne çıkartmıyor, ne ki uzay ile zaman için durum böyle değil. Uzaydan hareketle, geometrinin nesneleri, diyeceğim biçimler, Görünüşler alanında karşımıza saf bir tarzda çıkmakta. Anlama Yetisinin saf kavramları söz konusu olduğunda böyle bir şeyden söz etmek mümkün değil. Dolayısıyla bunlara ilişkin bir Deduktion vermek gerekir ve bu Deduktion‘u vermek, uzay ile zamana ilişkin Deduktion vermekten daha güç bir iştir.

Kant üzerine konuştumuz bu 13. kısmın başlığını şu şekilde belirlemiş: “Genel Olarak Bir Transzendental Deduktion’un İlkeleri Üzerine”. Burada “genel olarak” diye karşıladığımız sözcük überhaupt. Bu son derece temel sözcüğün 14. kısımda da karşımıza çıktığını göreceğiz. 14. Kısımın başlığı ise şöyle: “Kategorilerin Transzendental Deduktion’una Geçiş”. Burada soru şu: nesne (Gegenstand) nedir? Buraya kadarki kısımlarda Kant bize son derece ayrıntılı bir biçimde, Duyumsama Yetisi aracılığıyla nesnenin bize verilebileceğini anlattı. Duyumsama Yetisi aracılığıyla nesnenin verilmesi, onun “Dasein‘ına göre üretilmesi” (A 92 | B125) diyeceğim onun var kılınmasıdır. Bu, etkilenimle birlikte giden bir tarzda meydana gelmektedir ve Duyumsama Yetisinin saf kalıplarından bağımsız bir biçimde olmamaktadır. Nesne verildikte, kuruldukta empiriktir. Ne ki burada synthetik bir yapıdan söz etmekteyiz. Nesnenin duyum aracılığıyla, bir synthetik tasarım olarak ortaya çıkması empirik bir tarzda gerçekleşmekte. Ne ki nesnenin verilmesi demek, nesnenin nesne olarak düşünülmesi, yakalanması ve tanınması anlamına gelmez. Empirik bir tasarımın, deneyim nesnesi olarak zihince yakalanabilmesi için, zihnin ayrı bir işlem gerçekleştirmesi gerekir. Nesne, bir tasarım olarak kuruldukta zaten zihnin “içindedir” ve benim nesneyi bir obiectum yani önüme fırlatılmış bir şey olarak, benden ayrı bir şey olarak düşünebilmem için, bu tasarımı bir işlemden geçirmem gerekir. Bir nesneyi nesne olarak düşünebilmek için; subjekt’i objekt’ten ayırabilmek için özel bir functio gerekmektedir. İşte düşünme burada devreye girmekte. Her bir nesneyi, onun kavramından hareketle, genel olarak nesne olarak düşünmekteyiz ve tüm deneyim nesnelerini genel olarak nesne diye düşünebilmem ve yakalayabilmem için kategoriler zorunludur. Görünüşler, kategorilerin altına getirildikte, deneyim nesneleri olurlar ve nesne olarak düşünülebilirler. O halde nesnenin verilmesi demek, onun nesne olarak yakalanması demeye gelmemekte. Nesneler her an kategoriler altına getirilmezse, bizim için asıl anlamda nesne olamıyor; deneyim nesnesi olamıyor. Nitekim Kant’a göre, duyumsama nesnesi ile deneyim nesnesi farklı şeylerdir. Deneyim nesnesi denildiğinde ve nesne kategoriler altında düşünüldükte, mutlaka zaman kalıbı altında kalıplanan nesneyi düşünmek gerekiyor. Nitekim bunun kimi sonuçları var. O halde, kategoriler varolmaklığı bakımından nesneyi oluşturmaz. Bir nesnenin karşımda belirmesi kategorilere bağlı değildir.

Ne ki görünen bir nesnenin, genel olarak nesne olarak düşünülmesi; özne ile nesne arasındaki sınırın çizilmesi kategorilere bağlıdır. Ancak ve ancak kategoriler aracılığıyla, tüm görünüşler, deneyim nesneleri haline gelir. Bunun nasıl olageldiğinin açıklamasını Kant bize bir Deduktion olarak verecek. Hangi hakla kategoriler görünüşlere bağlanabiliyor? Bu bağlantı nasıl oluyor da a priori bir tarzda gerçekleşmekte? İşte buna ilişkin transzendental bir Deduktion verilebilir. Ne ki kategorilerin kendi doğumu, yukarıda da belirttiğimiz gibi bir Deduktion ile açıklanamaz çünkü bu bir olgu sorusudur. Kategorilerin nasıl ortaya çıktığını Kritik’in kimi başka yerlerinden ve Kant’ın el yazmalarından toplayarak çıkartmak mümkün. Yine de, Kategorilerin Transzendental Deduktion’u içerisinde de bunu dolaylı olarak yakalamak mümkün nitekim Kategorilerin, görünüşlerde niçin geçerli olduğunu açıklamanın yolu tam da bunların nasıl kurulduğunu da serimlemek ile mümkün oluyor. Kategorilerin nasıl kurulduğunu anlamadan, bunların görünüşler üzerinde kullanılmasındaki geçerliliği ve haklılığı kavramak güç.

“Kategoriler, a priori bir tarzda belirleyicidir.” Bunlar görünüşleri belirlerler; görünüşleri benim nesnem kılarlar. Tüm deneyim temelde, kategoriler denilen kavramların görünüşler üzerinde kullanılması ile başlar. Daha sonra ortaya çıkan her kavramın -empirik ve saf kavramların- kurulabilmesindeki ve kullanılabilmesindeki ön koşul yine kategorilerin görünüşler üzerinde kullanılmasıdır. Kategorilerin görünüşlere a priori bağlanması, kategorilerin görünüşler içerisindeki saf çokkatlılığa bağlanması meselesidir. Kategoriler her an görünüşler içerisindeki saf çokkatılığa bağlanır. Peki nedir bu saf çokkatlılık? Tam da şu: uzay ile zamandan hareketle, kurgulama yetisinin produktiv kullanımında ortaya koyduğu yapı. Kategoriler işte bunlara bağlanmakta. Bir kategorinin görünüşler üzerindeki herhangi bir kullanımında bir şaşma ya da bir sekme olamaz. Ortalamalık ırasına iye Anlama Yetisi bile burada bir yanlışa düşmez.

Buraya kadarki kısımda “genel olarak deneyim”in bölünmesinden söz ettik ve “genel olarak nesne” üzerine konuştuk. Nesnenin görünmesi ya da empirik olarak verilmesi; nesne olarak düşünülmesinden farklıdır, bunu da belirttik. Nesnenin bir tasarım olarak zihinde kurulması, onun nesne olarak yakalanmasına işaret etmez. (Grekler de bu berikine gnorizein diyordu.) Nesneyi zihinde bir Görünüş olarak kuran yeti, Duyumsama idi; ama nesneyi onun aracılığıyla nesne diye yakaladığım ve düşündüğüm yeti Anlamadır. Peki bu nasıl yapılmakta ve deneyim nasıl kurulmakta? Kant bunu üç temel uğrak üzerinden bize serimlemekte: Duyum, Kurgulama/İmgeleme Yetisi/ Apperzeption. (Krş. B 127’ye Kant’ın dipnotu) (Eğer empirik kullanımından, Hume’un yaptığı gibi “ide ilişkilendirme”den söz ediyorsak, Einbildungskraft’ı imgeleme diye karşılayabiliriz; ne ki kuran işe eden işlerini vurgulamak için, “Kurgulama” sözcüğünü kullanmak gerekiyor.) Bu üç temel uğrak Kant’a göre “zihnin başka hiçbir yetililiğinden türetilemez” (ibid.). Bunlardan ilki diyesim Duyumsama, uzay, zaman ve izlenimlerin topluca bir bakış içerisine alınmasına işaret eder (Kant’ın burada kullandığı sözcük synopsis). Dahası Duyumsama aracılığıyla kurulan bu yapının, zamanı da temel alır biçimde, imgeleme yetisi aracılığıyla üzerinden geçilmesi ve bağlanması gerekir. Burada karşımıza pek çok synthesis çıkmakta. Deneyimin kurulmasındaki üçüncü temel uğrak da, bir synthesis’e getirilen (synthesis: üzerinden geçme ve birbirine ekleme; ya da iç içe geçirme) yapının birliğe getirilmesidir. Bu ise daha önceki kısımlarda belirttiğimiz gibi, niteliksel bir birliktir. Zihinde, birliğe getirme işlemini gerçekleştiren edim Apperzeption’dur. Bundan da ayrıntıda söz edeceğiz.

O halde Transzendental Deduktion içerisinde, daha önce, Transzendental Estetik içerisinde ortaya koyulan uzay ile zamanın saf çokkatlılıklarından hareketle, kategorilerin bunlar üzerinde nasıl ve hangi hakla kullanıldığı serimlenecek. Tıpkı hukukçuların yasaların şu belli durumda niçin geçerli olduğunu açıklamaları ve bunu gerekçelendirmeleri gibi, Kant da zihindeki saf kavramların, görünüşler üzerinde niçin geçerli olduğunu bir Deduktion ile açıklayacak. Ne ki bu Deduktion, temeldeki tüm empirik bilgimizin kullanılmasındaki zorunluluğa da işaret edeceğinden, transzendentaldir.

Categories
Kant Saf Aklın Eleştirisi

Kant, KrV (Saf Aklın Eleştirisi) Giriş (B) | § 1. Ders: Tasarımlama-Yetililiği Olarak Zihin

Kant’ın zihne bakışını bir tarzda yukarıdaki tablo içerisine yerleştirmeğe çalıştık. Zihin, tasarımlamaya yetili (vorstellungsfähig) bir olanaklılık. Kant “Tasarımlama Yetisi” (Vorstellungsfähigkeit) diye ayrı bir yetiden söz etmemekte. Zihin her yetisi bakımından tasarımlayabilen bir zihin. Ne ki zihnin farklı yetileri, türce farklı tasarımlar ortaya koymakta. Sözgelimi Duyumsama Yetisi (Sinnlichkeit), Anlama Yetisi (Verstand), Yargıgücü (Urteilskraft), Akıl (Vernunft) gibi yetilerin hep kendilerine özgü tasarımları ve ürünleri bulunmakta. (Bunlardan en sonuncusu yani “Akıl” (Vernunft), Saf Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft) başlıklı yapıtın ve Kant’ın tüm diğer yapıtlarının onun aracılığıyla yazıldığı yetidir.) Duyumsama Yetisinin kendine özgü tasarımları Görü (Anschauung/intuitio) diye adlandırılmakta nitekim Duyumsama Yetisi “görebilen ama düşünemeyen” (KrV, B 75) bir yetidir. Anlama Yetisi (Verstand) ise “göremez” ama “düşünebilir”; ve onun da kendine özgü tasarımları (Vorstellungen) vardır. Anlama Yetisinin çok özel tasarımlarına “Kavram” (Begriff/conceptus) denir. “Kavram” sözcüğü 17. ve 18. yüzyıllarda idea sözcüğü ile birlikte, çok geniş biçimde kullanılmakta: Descartes, Locke, Berkeley ve Hume (Bunlardan Hume, Enquiry‘nin II. Kısmına düştüğü dip notta Locke’u idea sözcüğünün kullanımını ve anlamını “saptırmak ve bozmak” ile suçlamaktadır.) idea sözcüğünü son derece geniş ve gevşek bir tarzda kullanmakta. Nitekim sözgelimi Locke, “zihnin düşündüğünde onlarla iş gördüğü nesnelere” (Essay Concerning Human Understanding, Book II, I, 1) genel olarak idea demekte ve phantasma, species ya da notio gibi terminus‘ları da bunun altında saymakta. Hume ise -en azından- “canlı algılarımız olan” (vivid perceptions) izlenimler (impressions) ile, reflektif olarak kurulan “algılarımızı” yani ideleri birbirinden ayırmakta. Ne ki o da idea sözcüğünü hala son derece geniş biçimde kullanmakta ve kimileyin -tıpkı Descartes gibi- imgelere bile idea demekte. İdea‘nın ne demeye geldiğini kavramak isteyen kişinin 17. ve 18. yüzyıl Felsefesi ile işe başlaması son derece “tehlikeli” görünüyor. Nitekim burada, bu sözcük ile ilgili olarak, Felsefenin ortaya koyması ve koruması gereken en temel tutumlarından biri yitirilmiştir: diakrinein (baştan başa ayırım yapmak, elemek). Eidos ile idea arasında bile bir fark gören Antikçağ Felsefesinden sonra, idea‘nın altında tüm zihin ürünlerini toplamaya giden Yeniçağ Felsefesi, bu tutumu ile ortaçağca bir iş görmekte diye düşünülebilir. Yine de 18. yüzyıla gelindikte, Immanuel Kant ile birlikte Felsefenin yeniden “ayırım yapmak etkinliği” ile birlikte giden bir kavramsal titizlik içerisine girdiğini görmek mümkün. Nitekim o idea‘yı, notio‘dan, bunları da intuitus‘tan ayırmakta. (Felsefe Tarihi içerisinde, “idea” sözcüğünün en sıkı ve felsefece kullanımını Platon’da bulmaktayız. Nitekim o kendi özel terminus‘u olan eidos ile, nelik ifadeleri içeren kavramlara, ti estin‘e işaret ediyordu.) Notio, içerisinde nelik barındırmayan kavram demek. Notio düzeyinde kavramlar, içerisinde “kural” bulunduran kavramlardır ve bir nesne ile tanışıklık imlerler. Sözgelimi “masa” denilen kavram sıklıkla notio düzeyinde kurulmuş olan bir kavramdır ve bu da şunu imler: bu notio‘ya iye olan kişi “masa kuralı”na iyedir ve her nerede masa görüsü ile yani bu kuralın altına düşen bir görü ile karşılaşsa, bunu yakalayabilir, tanıyabilir. Ne ki bir kavramı notio düzeyinde kurmuş olmak demek, o kavramın nesnesinin nedirini bilmek demeye gelmiyor. Yine de felsefece bir nelik soruşturmasının temel ön-uğrağı, bir nesneyi notio biçiminde kurmaktır. Bu tarzda kurulan bir kavram yani bir notio, daha sonra “Akıl” (Vernunft) denilen yeti ile ele alınır ve açılırsa (expositio), onun neliği de serilebilir. Notio‘dan ideye geçiş de ancak bu tarzda olanaklıdır.

Anlama Yetisinin (Verstand) çok özel tasarımlarına (Vorstellungen) kavram (Begriff) denildiğini yukarıda belirttik. “Göremeyen” ama “düşünebilen” bir yeti olarak Anlama Yetisi, düşünmeyi (denken) de son derece temel bir düzeyde kotarmakta. Bu yeti, “olanın öyle olduğunu” (Aristoteles’in hoti‘si) söyler ama “olanın niçin öyle olduğunu sorgulayamaz ya da olanın niçin zorunlulukla öyle olduğunu” da (Aristoteles’in dioti‘si) söyleyemez. Anlama Yetisi, belli kurallarla son derece dar biçimde iş gören ama herhangi bir şey hakkında bir şey söyleyebilmek için zorunlu olan en temel düşünme yetisidir. Dolayısıyla, Anlama Yetisinin düşünmesi belli türden bir düşünmeye işaret etmekte. Ne ki başka türden düşünmeler de söz konusu. Kant’a göre düşünmenin üç ayrı modus‘undan söz etmek mümkün: Anlama Yetisinin düşünmesi, Yargıgücünün düşünmesi (olanın öyle olduğundan hareketle bunun peşi sıra gelen sonuçları seren yeti) ve Aklın düşünmesi. Akıl (Vernuft) “a priori ilkeleri kişinin eline veren yetidir” (KrV, B24-25). Onun aracılığıyla, deneyimden (Erfahrung) ve duyumsamadan bağımsız, sapasağlam hatta yasa olan ilkeler elde edilebilir. Hem Anlama Yetisi hem de Akıl “yasa koyucu” ya da “yasa veren” (gesetzgebend) yetilerdir. Ne ki her birinin yasa verdiği alan ayrıdır. Akıl (Vernunft) pratik alanda yasa koyucu iken, Anlama Yetisi (Verstand) doğa (Natur) alanında yasa koyucudur. Akıl, theorik alanda yasa ortaya koyamaz ama yasayı “haber verebilir” (gesetzkundig). Nitekim Saf Aklın Eleştirisi adlı yapıtın içerisinde “doğa yasası”nın upuygun yerini bize gösteren yani Anlama Yetisinin (Verstand) koyduğu yasayı haber veren yeti Akıl’dır (Vernunft).

Anlama Yetisinin çok özel tasarımları “ide” değil, genel olarak “kavram” (Begriff) olarak adlandırılıyor. Dahası bu yetinin bir saf (rein/pure) bir de empirik kısmı var. “Saf” deneyimden ve duyumsamadan tamamen bağımsız demek. Anlama Yetisinin saf kısmı, deneyimin kurulması için zorunlu diye düşünülen kısım. Eğer bu kısım olmasaydı, deneyimle birlikte giden bilgiler (Erfahrungserkenntnisse) ortaya koyulamayacaktı. Anlama Yetisi çalışmaya yani kavramları aracılığıyla düşünmeye başladığında ortaya empirik kimi bilgiler de koymakta; böylelikle karşımıza Anlama Yetisinin empirik kısmı çıkıyor. Saf Aklın Eleştirisi, zihnin saf kısmını zihnin empirik kısmından ayırmağa[1] çalıştığı için, Anlama Yetisi bir kez çalıştığında ya da işlediğinde (in concreto) ortaya çıkan bu empirik kısım bu yapıtın soruşturma konusu içerisine girmemekte.

Bir diğer düşünme yetisi olan Yargıgücünün (Urteilskraft) de kendine özgü kimi tasarımları var. Kant bu yetinin kendine özgü a priori ilkesini/yasasını, 3. Kritik‘inde enine boyuna tartışmakta ve yapıtın hemen ilk kısmında Ereksellik (Zweckmäßigkeit/Purposiveness) kavramının Transzendental Deduktion‘unu vermekte. Ne ki 1. Kritik içerisinde de bu yetinin özel olarak Anlama Yetisi ile birlikte kotarmağa çalıştığı iş Schematismus (Şematizm) diye ifade edilen kısımda anlatılıyor. Transzendental Deduktion, Kant yapıtlarında bir kavramın kullanılmasındaki haklılığa işaret etmede (“quid iuris?”) verilen bir gerekçelendirmedir ve Kant tarafından pek çok kez, birden çok kavram için transzendental Deduktion verilmektedir. (Sözgelimi Transzendental Estetik içerisinde “uzay” ile “zaman”a ilişkin verilen Deduktion; Transzendental Mantık içerisinde Saf Kavramlara (Kategorilere) ilişkin verilen Deduktion; 3. Kritik’in hemen başında “Ereksellik” (Zweckmäßigkeit) kavramına ilişkin verilen Deduktion vd.) Kant’ın bu türden bir gerekçelendirmeye girişmesi kendisinden önce gelen düşünürlerde saptadığı bir sorundan ötürüdür: sözgelimi Locke Essay‘inde zihindeki kimi “idea”ların nasıl ortaya çıktığını anlatırken bunların zihinde nasıl kurulduğunu, nasıl ortaya çıktığını sermektedir. Ne ki bir kavramın zihinde nasıl ortaya çıktığına ilişkin bir açıklama getirmek, o kavramın kullanılmasına haklılık yüklemez. Locke, sözgelimi “algı” (perception) kavramının bir notio olarak zihinde nasıl kurulduğunu yani “algı”dan nasıl bahsedegeldiğimizi bize anlatmakta. Ne ki bu türden bir açıklama bize algının kavramsal bir açıklamasını ve sapasağlam kullanımındaki gerekçeyi vermemekte. Locke’un verdiği bu açıklama Kant için bir “quid facti”dir yani zihinde ne var ne yok bunun gösterilmesidir. Ne ki Kant’ın Deduktion‘u başka türden bir açıklamadır ve bir gerekçelendirmedir. Elbette Kant bu gerekçelendirmeyi deneyimden ve duyumsamadan bütünüyle bağımsız kotarmayı amaçlamakta. Nitekim Hume’un da işaret ettiği gibi, deneyimden hareketle kurduğumuz önermelerde “sıkı bir zorunluluk” ve “hakiki bir genellik” bulunmamakta. Hume, zorunluluğu düşündüren şeyin, olgudaki tekrarlamaya maruz kalan zihnin bir duygulanımı olduğunu ifade ediyordu. Dolayısıyla onun bakışına göre “zorunlu bağlantı idesi” (idea of necessary connexion) olguya haklılıkla yükleyebileceğimiz bir ide değildir ve bu düşünce zihnimin bir yan-ürünü olarak karşıma çıkmaktadır. Hume göre, olup bitenler (matters of fact) alanına gittiğimizde, deneyimden hareketle bir çıkarım (inference) ortaya koymak mümkün ne ki bu çıkarımın arkasında bir uslamlama (reasoning), tanıtlama (demonstration) ya da us ile apaçık kavrama (intution) bulunmamakta. Ne ki zorunluluk, yalnızca bir tanıtlama ya da us ile apaçık bir kavrama ile gösterilebilir. Deneyimden ve duyumsamadan hareketle, deneyimin içerisinde ve temelinde bulunan zorunluluğa işaret edilemeyeceğini Hume ile birlikte yakalayan Kant, araştırmasının hemen başında şunları sormakta: Peki, hiç “sıkı zorunluluk” (strenge Notwendigkeit) yok mu, “hakiki genellik” (wahre Allgemeinheit) yok mu? (KrV, B4-B5) Hume’a göre, olup bitenler (matters of fact) alanından hareketle kurulan önermeler yalnızca birer “genel ifade”dir (general statement) ve “yasalılık” imlemezler. Bu ortaya şu türden bir problemi çıkarmakta: “doğa yasası” diye bir şeyden söz etmek mümkün mü? Bir önermeye yasalılık yüklemek demek onun içeriğinin aykırı hiçbir duruma izin vermemesi demeye gelir. Eğer “doğa yasaları” birer genel önerme ise ve bunlarda sıkı bir zorunluluk yok ise Newton’un “doğa yasaları”nı ne tarzda ele almak gerekiyor? Kant tüm bu soruların yanıtını bir “felsefece fizik” ile vermeyi amaçlamaktadır.

Peki “doğa” denildiğinde bununla ne anlaşılmakta? Ortaçağ ve sonrasında “doğa” ile kastedilen şey artık Aristoteles’in physis‘i değildir. Genel olarak ifade edildikte burada doğa, zihinden ayrı bir kurallılık, bir düzenlilik hatta kimileyin bir yasalılık imlemektedir. Aristoteles’te ise “doğa” yani physis zihinden ayrı bir düzeliliğe, kurallılığa ya da yasalılığa işaret etmez. Aristoteles’in physis ile kastettiği şey, hep herhangi bir varolanın doğası ya da yapısıdır. Ona göre doğa bir kendiliğindenlik ırasıdır. Ne ki, Aristoteles kavramlarının Thomas Aquinas üzerinden Ortaçağa ve 17., 18. yüzyıl felsefesine aktarılmasında kavramların içeriği bir tarzda boşaltılmıştır denilebilir.[2] Biz bugün halen ortaçağca bir doğa kavrayışının içerisinde devinmekteyiz. Doğa zihinden ayrı bir kurallılık, bir düzenlilik ve hatta bir yasalılık olarak ele alındıkta, doğaya onun aracılığıyla bakacağınız bilgi alanının da, kendisinden yüksek kesinlik beklenecek bir alan olması gerekir. Kendisinden en yüksek kesinlik beklenen bilgi alanı ise -hem Antikçağ Felsefesi için hem de Modern Felsefe için- matematiktir. Newton’un “matematiksel fizik” konusunda ısrarı ve daha önce birlikte gitmez diye tasarlanan bu iki alanın artık birlikte iş görüyor olmasının nedeni de budur denilebilir. Galileo Galilei de “Felsefenin, evren denilen bu büyük kitapta yazılı” olduğunu, “bu kitabın dilinin matematik…harflerinin üçgenler, çemberler ve öteki geometrik biçimler olduğunu” ve bu harfleri bilmeden “insanca herhangi bir sözcüğü anlamanın olanaksız olduğunu” ve bunları anlamadan, kişinin olsa olsa “karanlık bir labirentte oradan oraya gideceğini” söylemekte[3]. Kant da matematiğin bilgimizi deneyime ve duyumsamaya gitmeden, sapasağlam nasıl genişleteceğimiz konusunda “parıldayan bir örnek” sunduğunu belirtiyor. (KrV, B8). Yine de o, doğanın (Natur) zihnimizden ayrı bir kurallılık ya da bir yasalılık imlediğini düşünmemekte. Doğa, her şeyden önce Anlama Yetisinin (Verstand) saf kısmıdır. Kant kurulan doğa (natura materialiter spectata) ile kalıp olarak doğayı (natura formaliter spectata) da birbirinden ayırmakta. Doğa kavramları ve doğa yasaları insan zihnindedir. Kurulmuş olan doğaya yasalarını veren şey insanın Anlama Yetisidir. Nasıl ki Akıl (Vernunft) pratik alanda yasa koyucudur, Anlama Yetisi (Verstand) de doğa alanında yasayı verir. Doğanın nedirini soruşturacak olan kişinin yani felsefece fizik yapacak kişinin insan zihnine bakması gerekir. Burada 17. yüzyıl ve 18. yüzyılda insan zihnine bir dönüş olduğunu, araştırma konusunun birincileyin insan zihni haline geldiğini görmekteyiz. Bu elbette Kant’tan önce Descartes ile, onun son derece temel bir metninde karşımıza çıkan bir bakma tarzı. Bu metnin adı Meditationes de Prima Philosophia. Meditatio, burada Grekçe theoria sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmakta. Descartes ile birlikte, nesneye bakışın değiştini söylemek mümkün. Dahası Descartes Antikçağda bulunmayan bir doğruluk anlayışını da Ortaçağdan hareketle işin içerisine sokmakta. Aletheia olarak doğruluk Aristoteles’te nesnelere yüklenebilecek bir şey olarak karşımıza çıkmamakta. Aristoteles, “Metafizik” diye başlık atılan yapıtının Epsilon kitabında bunu açıklıkla şöyle ifade etmekte: “doğru olan ya da yanlış olan nesnelerde değil çıkarımla birlikte giden düşünmededir” ya da önermelerdedir (1027b 27). Bir nesnenin “doğru” ya da “yanlış” olması söz konusu değildir. Önermelere yüklenen “doğru”dan ve “yanlış”tan Descartes da söz etmekte. Ne ki o “nesne”den söyle bir şey anlamakta: nesne, her şeyden önce zihnimde bir tasarım ya da bir temsildir (repraesentatio) ve “karşımda duran şey” olarak dile dökülen nesnenin (obiectum, antikeimenon) hakikaten karşımda durup durmadığı soruşturma konusudur. Tasarım olarak nesne, benim sınırlı yapım yani zihnim aracılığıyla kurulmuştur. Descartes’a göre farklı zihin kurgulamaları ya da cogitatio modus‘ları olarak sensus (duyumsama), imaginatio (imgeleme/kurgulama), intellectus (anlama yetisi), facultas iudicandi (yargı gücü) ve ratio (us) hep sınırlı bir yapıda diye düşünülür. Nesneyi bir tasarım olarak kuran duyumsama yetisi de nesneyi kendi başına ve olduğu gibi kendi yapısına almamakta, olsa olsa bunun yerine zihinde duracak bir şeyi, kendi yapısından ve olanağından hareketle kurmaktadır[4]. Nesnenin kendisinin kendi başına gerçekliği (realitas), benim zihnimde bir tasarım olarak nesnenin gerçekliği ile bir ve aynı değildir. Nesnenin kendisi kendi başına (per se) asıl gerçekliğe (actualis realitas) iyedir; nesnenin zihnimdeki temsili ise gerçekliğini benim zihnimden alır. İşte bu beriki türden gerçekliğe Descartes “nesneye özgü gerçeklik” (realitas obiektiva) diyecek. Nesnenin kendisinin yerinde duran bu tasarımı kurarken kendi zihnimin gerçekliğini, gücünü, olanaklılığını kullanırım. O halde bizim muhattap olduğumuz nesne her şeyden önce, zihinde bir tasarımdır (repraesentatio). Bu bir kez serildikte, bunun peşi sıra kimi sorular ortaya çıkmakta. Sözgelimi: nesne zihinde bir tasarımsa ve zihin bir sınırlılığa iye ise, acaba zihnimdeki tasarım ile nesnenin kendisi nice örtüşmekte? Acaba zihnimde nesnenin kendisinin yerine duran tasarım ya da temsil ile, nesnenin kendisi arasında hiçbir benzerlik yok mu? Zihin nesneyi kurmada, bu tasarıma kendi olanaklarından ve ögelerinden kimi şeyler katıyor olabilir mi? Dolayısıyla Descartes bu nesne tasarımından hareketle, önermelere yüklenen veritas (doğruluk) ve falsitas (yanlışlık) dışında başka türden bir doğruluk ve yanlışlıktan daha söz etmekte. Bu türden doğruluk ya da yanlışlık, içeriğe ya da nesneye ilişkindir: veritas et falitas materialis. Eğer zihindeki tasarım ile nesnenin kendisi örtüşüyorsa içerikli bir doğruluktan; örtüşmüyorsa içerikli bir yanlışlıktan söz etmek gerekir. Nitekim beriki durumda, zihnimdeki tasarımın nesnede hiçbir karşılığı olmayabilir ve bu tasarım bir tarzda benim yapımdaki bir eksiklikten meydana gelmiş olabilir (soğuk ya da siyah imgelerinin kurulmasında olduğu gibi). O halde Descartes burada son derece ortaçağca bir iş görmekte ve nesneye yüklenen bir doğruluk ve bir yanlışlıktan söz etmekte. Nitekim oan göre, zihindeki tasarımın ya da rerum imagines (şeylerin imgeleri) olarak idea‘ların, nesnelerin kendileri ile örtüşüp örtüşmediği konusu da bir doğruluk ya da yanlışlık soruşturmasına işaret etmektedir.

Dolayısıyla, sıkı biçimde ele alındıkta, nesne zihinde bir tasarım ise, “doğa”ya ilişkin yapılacak tüm araştırmalar da zorunlulukla zihinden hareketle kotarılacaktır. 20. yüzyılda Richard Rorty de 17. yüzyıl ve sonrasında zihnin “doğanın aynası” (mirror of nature) olarak ele alındığını, nitekim tüm soruşturmaların bu yapıdan hareketle kotarıldığını söylemekte.

Kant’ın saydığı olanaklılıkların (Vermögen) ya da yetilerin (Facultas) tamamı Descartes’ın metninde de eksiksiz biçimde karşımızda çıkmakta. Bunlar duyumsama, imgeleme, anlama yetisi, yargıgücü, us ve isteme yetisi olarak sayılabilir. Tüm bu düşünürlerin kotardığı zihin soruşturmaları hiçbir zaman ilkin yetilerden ya da olanaklılıklardan başlamaz. Zihin soruşturmalarında (ister Aristoteles’in ister Descartes’ın ister Hume’un ister Kant’ın zihin soruşturmasına gidilsin) ilkin soruşturulan şey ürünlerdir (duyumsanan, anımsanan, imgelenen, düşünülen şey). Ürünlerden hareketle etkinliklere (duyumsamak, anımsamak, imgelemek, düşünmek) gidilir. Etkinliklerden hareketle ise olanaklılıkların ya da yetilerin adı koyulur (duyumsama, anımsama, imgeleme, düşünme). O halde ürünlerden, etkinliklerden ve olanaklardan hareketle zihnin sınırlarını çizmek ve onun neyi bilebileceğini ortaya koymak mümkün. Nitekim Kant’a göre bu türden bir soruşturma yapılmazsa, herhangi bir alanda bilgimizi genişletirken yani synthesis yaparken sağlam bir iş yapıp yapmadığımız konusunda emin olamayız.

Kant, Saf Aklın Eleştirisi‘nin B Giriş’inin hemen başında şöyle söylüyor: “bizim tüm bilgimiz deneyimle başlar, buna şüphe yok.” İlk karşımıza çıkan şey, ilk ayırdına vardığımız şey: Deneyim (Erfahrung). Sözün; logos‘un ilk karşımıza çıktığı yer burası. Hume’un da belirttiği gibi, deneyim dediğimiz ilk ve temel üründe, bunun sapsağlam bir bilgi ortaya koymadığının da ayırdına vararak kalmak mümkün; nitekim bunun üzerine basıp, bu üründen hareketle yanlış kimi sonuçlara da gidilebilir. Ne ki Kant’a göre, tutabileceğimiz bir başka yol daha var: deneyim (Erfahrung) denilen bu ürünü bölmek (Analysis/Zergliederung). Deneyimle birlikte giden bilgi (Erfahrungserkenntnis) bize sağlam bir bilgi vermez. O halde bilgiyi genişletmeden yani synthesis yapmadan, elimizdeki synthetik, çokkatlı (mannigfaltig) yapıyı bölelim. Synthetik olmayan hiçbir yapı bölünemez. Bölmek: analysis ya da zergliedern. Kant bu sözcüğün hem Grekçe hem de Almanca karşılığını dönüşümlü olarak kullanmakta. Analyo: çözmek, deşmek, bozmak demek. Burada adeta bir cerrahın insizyonu türünde bir bölmeden söz edilmekte. Böyle bir bölme, yapıyı olduğu gibi bozar. Analysis ile “daha önce muğlak olan kimi şeyler, su yüzüne çıkar; açık hale gelir” (B 11). Deneyim denen ürün, analysis yöntemi ile bölündüğünde, içerisindeki çokkatlılık (Mannigfaltigkeit) (“her an onun içerisinde örtük olarak düşündüğümüz” ne ki “bizim için muğlak” olan çokkatlılık) açık hale geliyor. O halde Kant’ın soruşturmasının başlangıç noktası tam da deneyime uyguladığı bu analysis. Peki deneyimi böldüğümüzde açığa çıkan ne? Her şeyden önce şu iki şey: Kategoriler ve Görünüşler (Erscheinungen). Görünüşler ile Deneyim arasında temel bir fark var. Görünüşler yani görünen (erscheinen) şeyler, söz ile (logos) birlikte gitmez. Tam da bundan ötürü, “kavramlar olmadan görüler kördür” (B 75). Dahası, Görünüşlerin kendilerini de bölmek olanağına iyeyiz. Nitekim bunlar da synthetik bir yapı. Görünüşleri böldüğümüzde ise bunların içerisinden uzay (Raum) ve zaman (Zeit) denilen iki “saf bakma kalıbı” (reine Anschauungsformen) çıkmakta. Anschauung ya da intuitus Türkçe’de “görü” olarak karşılanmakta. İngilizce çeviriler de Kant’ın kimileyin kullandığı Latince terimi dikkate alarak bu sözcüğü “intution” olarak çevirmekte. Intueor: bir şeye [doğru] bakıyorum demek. Biz her neye bakıyorsak işte bu iki kalıpla, diyesim uzay ve zaman ile bakıyoruz. Bunlar üzerine ileriki kısımlarda ayrıntıda konuşacağız. Görünüşleri (Erscheinungen) böldüğümüzde bunun içerisinden çıkan kimi başka ögeler de var. Sözgelimi duyum (Empfindung/sensation). Hume bunlara impression (izlenim) diyordu. Kant da bu terimi (impression/Eindruck) birkaç kez kullanmakta. Duyum (Empfindung) ile Kant burada beş duyunun ürünlerine işaret etmekte. Bunlar görülenler, işitilenler, tatlar, kokular ve dokunma duyumsaması ile kurulan karşıt çiftleridir (sıcak-soğuk; ıslak-kuru; sert-yumuşak). O halde biz beş tarzda etkilenmekteyiz. Nitekim Kant duyumsama olanağının kurduğu bu ürünlere Affektion (Etkilenim) da demekte. Peki, biz neyden etkileniyoruz? Yanıt: şeylerden (Dinge). Şeyler, zihinden ayrı başına varolanlardır. Şey (Ding) demek “var” (sein) demektir. Ding an sich (şeyin kendisi ya da kendi başına şey), Ding‘lerden ayrı ya da başka bir şey değildir. An sich (per se) yalnızca bir vurgulamadır ve ohne Sinnlichkeit (duyumsama yetisinden bağımsız) demeye gelir. Dinge an sich: duyumsama yetisinden bağımsız ele alındıkta şeyler. Duyumsama yetisinden bağımsız ele alındıkta şeyler, benim duyumsama yetimi etkilemekte. Duyumsama yetisi bir tür alım-olanağıdır (Rezeptivität) ve şeylerden “gelen” bu etkilenimi -kendi sınırları dahilinde- işler. Buradan hareketle duyum adı verilen tasarımlar (koku, tat, renk, dokunma, ses) oluşur. Zihin şeylerden etkilendikte oluşan bu duyumlar (Empfindungen) bir kez kuruldukta, zihnin içerisinde serbest dolaşımda gezinmezler. Her bir duyum zihinde “bir nesneye bağlı” diye görünür. Peki bu nasıl olagelmekte? Yanıt: duyumun uzay kalıbı ile kalıplanması aracılığıyla. Uzay kalıbı ile duyumu bir ara getiren bir yeti var. Bu yeti Kurgulama Yetisidir (Einbildungskraft/imaginatio). Kurgulama Yetisi, uzay ile duyumu bir araya getirirken empirik bir iş yapmaktadır dolayısıyla bu onun empirik-produktiv bir kullanımıdır. Bu yaptığı iş sonucunda ortaya yayılımlı ya da üçboyutlu nesneler çıkar. Dokunma duyumsamasının içeriği ve görme duyumsamasının içeriği zihnimin bir bakma kalıbı olan uzayı “doldurur”. Nesneleri üçboyutlu diye gören benim zihnimdir. Uzay kalıbı ile kalıplanan duyum üç ayrı boyuta (Dimension) yayılır, uzanır. Duyumun “nereye kadar” yayılacağını belirleyen şey ise Affektion‘un şiddetidir. Büyüklüğü, biçimi, yeri, konumu belirleyen şey temelde uzay kalıbıdır. Genel olarak tasarımlamaya-yetili (vorstellungsfähig) olan zihnimiz, duyumsama yetisi içerisinde üç-boyutlu diye ifade edilebilecek tasarımlar kurar. Uzay kalıbının bu kullanımının öteki bilgi alanlarını da ilgilendiren pek çok sonucu var. Nitekim zihnin içerisindeki bu saf ögeleri yakaladıkta Kant öteki bilgi alanlarının sağlam temellerini de bize sermekte.

O halde deneyime (Erfahrung) uygulanan bir analysis‘ten ve bunun peşi sıra karşımıza çıkan ögelerden söz ettik. Kant, Saf Aklın Eleştirisi‘nin Giriş kısmının (B) hemen başında şöyle demekte:

“Bizim tüm bilgimizin deneyim ile başladığına hiç şüphe yok; nitekim bilgi-yetisi, duyularımızı devindiren ve kısmen kendilerinden hareketle tasarımlar oluşmasına yol açan; kısmen de bu tasarımları karşılaştıran, bağlayan ya da ayıran ve böylece duyumsama yetisinin ham izlenimlerini, deneyim adı verilen, nesnenin bilgisi olarak işleyen Anlama-Becerimizi devindiren nesneler (Gegenstände) aracılığıyla olmasa, başkaca nasıl işlemeye getirilecekti?

Kant, KrV, B1 (Vurgulamalar L.L.B.)

Kant metnin içerisinde “nesne” (Gegenstand) sözcüğünü ya “şeylerin kendileri” ya da “görünüşler ya da tasarımlar olarak nesneler” olarak kullanmakta (Krş. Vorrede, BXXVII). Metnin genelinde bu sözcüğü hangi anlamda kullandığını çıkartmak, metin ile didişen okuyucuya kalıyor. Yukarıda alıntılanan bu ilk paragrafta Kant, daha sonra ayrıntıda üzerine konuşacağı Duyumsama Yetisi (Sinnlichkeit) ile Anlama Yetisine (Verstand: burada Verstandesfähigkeit olarak ifade edilmiş) ve bunların birlikte nasıl çalıştığına ilişkin bir genel harita vermekte. Dahası burada Deneyimin (Erfahrung) ne olduğunu da bir tanım ifadesi şeklinde bize açmakta. Buna göre deneyim “duyumsama yetisinin ham izlenimlerini, nesnenin-bilgisi olarak işleme” işidir (ibid.). Ne ki bu metnin hemen başında bize pek az şeyi açık eden, çokkatlı bir tanım ifadesi. Kant, Peri Psykhes adlı yapıtın hemen ikinci kitabında bir tanım ifadesinden hareketle işi nasıl açmak gerektiğini bize gösteren Aristoteles’in yolundan ilerlemekte. Nitekim Aristoteles’in ruha ilişkin verdiği tanım (“araç olan kısımlara iye olan, canlılık olanağına sahip bir doğal cismin prote entelekheia‘sı”) da ilk elde ve bakışta karmaşık görünür; dahası ruhun tam da nasıl bir şey olduğunu çıkartmak isteyen kişi bu tanıma iye olduğunda adeta bir açmaza düşer. Ne var ki bu tanım öyle kurgulanmıştır ki, her bir ögesinin üzerine sıkı gidildikte ruha ilişkin sapasağlam bilgi (episteme) gösterilir, serilir (apo-deiknymi). İşte Kant’ın deneyime ilişkin verdiği tanım da Aristoteles’in felsefece bir araştırmanın başlangıcında zorunlu diye düşündüğü “sıkı tanım kurma” işine upuygun bir örnektir. Nitekim Kant, yapıtın ilerleyen kısımlarında, deneyime ilişkin verdiği bu tanımda geçen hemen her bir terminus üzerine yeniden gidecek ve formule ettiği bu tanımdan hareketle, deneyimin tam da ne olduğunu ve nasıl kurulduğunu, onu sıkı takip edecek okuyucuya serecektir.

Kant, Saf Aklın Eleştirisi‘nin B Girişinin 7. kısmında transzendental sözcüğünün de ne demeye geldiğini bize açmakta. O, “doğrudan doğruya nesneler ile değil de bizim nesnelere ilişkin bilgi-tarzımızla genel olarak uğraşan her bilginin” transzendental olduğunu söylemekte (Bkz. Giriş, B 26). Transzendental bilgiye getirilen bir sıfattır ve tek tek ögelere için söylenmez. Nitekim “ne uzay ne de onun herhangi bir a priori geometrik belirlenimi transzendentaldir” diyor Kant (KrV, B 81).

Kant’ın zamanına dek, zihne ilişkin yapılan soruşturmalar, zaman kalıbı altında yani bir öncelik-sonralık sırasına göre seriliyordu. Buna göre, zihin duyumsuyor, anımsıyor, imgeliyor, algılıyor, notio‘lar kuruyor, bunları birbirine bağlıyor daha sonra bunların birbirine bağlanması aracılığıyla kurulan önermeleri de birbirine tasıyor yani çıkarımlar ortaya koyuyordu yani düşünüyordu. Aristoteles’ten Descartes’a; Locke’tan, Hume’a kadar farklı düşünürler, zihnin bu öncelik-sonralık ilişkisine göre çalışmasını farklı derecede detaylandırma ile anlatmışlardır. Kant’ın bu düşünürlerden farklı tarzda yapmayı amaçladığı soruşturma zihnin işlerinden, ürünlerinden, etkinliklerinden sıklıkla birlikte birarada bulunanları sermek yani kendi ifadesi ile bir “empirik psikoloji” çalışması yürütmek değildir. O, zihnin tüm bu ürünleri, etkinlikleri ve olanaklılıkları işletebilmesinin zorunlu koşullarını yani tüm bu yapının bu tarzda işleyebilmesi için arka planda nelerin zorunlu olarak bulunması gerektiğini soruşturmaktadır. Duyumsamanın, düşünmenin kurulabilmesinin zorunlu koşulu nedir? Bu soruyu sorduğumuzda biz transzendental bir iş yapmaya doğru gidiyoruz. Bir tasarımın “a priori kökeni”ni ya da “a priori kullanımı”nı (ibid.) seren bir önerme transzendental olarak adlandırılmakta.

Bu yapıtla birlikte karşımıza felsefe tarihinde görülmedik bir ayrıntılılık ve titizlikle kotarılmış bir zihin soruşturması çıkmakta. Ortaçağ sonrası Descartes’ın düşünmeye bir ilkeyi (“yeterli belirlenme ya da realitas olmadan hiçbir şey olmaz!”) ısrarla tekrar sokmasının ve bununla birlikte felsefenin yeniden upuygun ereğine yaklaşmasının ardından, Kant felsefe için atılabilecek en sağlam ve temel adımları atarak onu yeniden -Hume’un ifadesi ile- “üstün saygınlığına” kavuşturmakta. Kant’ın yapıtı, herhangi bir alanda sapasağlam bir şey söylemek isteyen her tek kişi için, içinden geçilmesi zorunlu bir prolegomena‘dır. Nitekim bu yapıt bir Kritik‘tir. Kritik, “transzendental felsefe” değidir. Bu, “başlangıç için çok fazladır” (B 25). Nitekim “bu türden bir bilgi alanı hem analytik hem de synthetik a priori bilgileri tam biçimde içermek zorundadır” (ibid). Burada transzendental felsefenin ileride ortaya koyulabilmesi için zorunlu bir temel, analysis yöntemi ile atılmaktadır. Saf Aklın Eleştirisi içerisinde “akıl bilgi bakımından genişlemez” yani bu yapıtta kullanılan yöntem synthesis değildir. Bu soruşturma içerisinde aklın ya da zihnin saf kısmını empirik kısmından ayırırken karşımıza ilineksel olarak empirik ögeler de çıkacaktır. Ne ki Kritik denilen soruşturmanın farklı uğraklarında (estetik ve logik) Kant’ın serdiği hiçbir datum empirik değildir.


[1] Nitekim bu iş bir krinein (eleme, ayıklama) işidir. Kritik der reinen Vernunft/Saf Aklın Eleştirisi: 1. Saf Aklın yaptığı bir eleme, ayıklama işlemi (genitivus subjektivus); 2. Zihnin saf kısmını ortaya çıkartacak şekilde kotarılan bir eleme, ayıklama işidir (genitivus objektivus). Burada Akıl (Vernunft) 1. dar anlamı ile yani bir yeti/facultas olarak; II. geniş anlamı ile yani zihin (Gemüt) olarak kullanılmakta.

[2] Aristoteles kavramlarının Ortaçağa aktarılmasında bunların içeriklerinin nasıl ve ne tarzda sıyrıldığına ilişkin ayrıntılı bir açıklama için bkz. Martin Heidegger, Ursprung des Kunstwerkes, Holzwege (Patikalar).

[3]  Discoveries and Opinions of Galileo. Trans. S. Drake. Garden City, N.Y.: Doubleday, 237-238.

[4] Aristoteles de bunu biliyordu. Bkz. Peri Psykes 424a 16 vd.: “Zihinde nesnenin kendisi değil onun bir eidos‘u (tasarımı) vardır.”

Categories
Kant Saf Aklın Eleştirisi

Kant, KrV (Saf Aklın Eleştirisi), Transzendental Mantık, Giriş III -IV | § Ders 8

Geçtiğimiz hafta Transzendental Mantığın ne olduğu üzerine konuşmuştuk. Transzendental Mantığı, Genel Mantıktan ayırdıydık. Genel Mantığın altında neler var bundan söz ettik. Genel Mantığın Özel Mantıktan farkından bahsettik. Daha sonra Transzendental Mantık idesinden söz ettik. İmdi her şeyden önce şunlar ortaya koyulmalı: transzendental mantık idesi ne demeye geliyor? Transzendental Mantık idesini yakalayan yeti nedir? Yanıt: Akıl (Vernunft). Kant bu türden (transzendental) bir mantık (Logik) daha olması gerektiğini söylüyor. Bu mantık, salt kalıbı değerlendiren değil, empirik olsun saf olsun herhangi bir bilgiyi ayıklayıp salt onun Anlama Yetisi kalıbına bakan bir Mantık değil (nitekim Genel Saf Mantık tam da bunu yapıyor, herhangi bir önermeye bakıp buradaki düşünme kalıbını çıkartmağa çalışıyor. Bunu da empirik ya da saf bir önerme üzerine yapabilir. Ne ki bir kez ayıkladıkta geriye sadece düşünce kalıbı kalacak.) Genel olarak Mantıkçının yaptığı iş böyle bir şey. Transzendental Mantıkta bilgiyi tamamen içeriğinden sıyırmak diye bir şey söz konusu değil çünkü burada salt kalıbı ortaya çıkartmaya çalışmıyoruz. Yani sadece ve sadece belli bir bilgiden hareketle o yargının içerisindeki düşünme kalıbını ortaya çıkartmıyoruz, bu bilginin kökenine, olanaklılığına ve kullanımına da bakıyoruz. Bunun kaynağında ne var; nasıl oldu da bu bilgi ortaya koyuldu, buna bakıyoruz. Bir bilginin zihindeki kökenine (Ursprung) baktığımızda acaba bunun kökeninde a priori tasarlanmış bir şey var mı, bu Cognitio‘nun a priori bir olanaklılığı söz konusu mu, aynı zamanda bir a priori kullanımı (Gebrauch) söz konusu mu diye bakıyoruz. Yani transzendental mantık herhangi bir yargıdan hareketle salt bir kalıp çıkartmağa çalışmıyor diyesim düşünmenin kalıbını salt formel bir biçimde ortaya koymağa çalışmıyor. Bu Cognitio‘nun kökeninde ne vardı ve bu nasıl kullanılıyor diye soruyor. Bundan ötürü de bilgiyi “tüm içeriği bakımından ayıklamıyor”. Ayıklayamaz da. Çünkü en azından saf kısmını bir biçimde kullanması gerek. Transzendental Estetik bize Transzedental Mantık soruşturmasında kullanabileceğimiz –zaten arka planda zihnin hali hazırda kullandığı– birtakım şeyleri serdi (KrV, A 77). Nedir bunlar? Uzay ile Zaman. Dolayısıyla, biz bunlardan hareketle acaba nasıl oluyor da nesneleri düşünüyoruz, nesneleri düşünmemizin arka planda işleyen zorunlu koşulları neler diye soruyor Transzendental Mantık. Bunu yaparken de elbette tek tek empirik nesnelere bakmayacak. Deneyimin her bir nesnesini düşünmenin, arka planda işleyen, birtakım zorunlu ilkeleri var. Arka planda yani Anlama Yetisinin (Verstand) içerisinde. Bu ilkeler olmadan deneyimi düşünmek olanaklı değil. Bu ilkelerin kendileri deneyimin olanaklılığının koşulu ama kendileri deneyimden hareketle kurulmuyor. İşte Transzendental Mantık, deneyimi olanaklı kılan bu ilkelerin ve bu ilkelerin kendilerinden türetilebileceği saf kavramların nasıl olanaklı olduğunu soruyor. Sadece deneyimi düşünmenin ilkelerinin neler olduğunu çıkartmağa çalışmıyor; Anlama Yetisinin içerisinde synthetik a priori kimi ilkeler vardır, deyip geçmiyor. Bunların nasıl kurulduğunu da anlatıyor. Nasıl? Transzendental Estetik’ten, Transzendental Estetik’in bize verdiği iki datum‘dan diyesim uzaydan ve zamandan hareketle.

Nesnenin Çok-Anlamlılığı

Burada “nesne” ile ilgili bir parantez açmak gerek. Kant için, Nesne (Gegenstand) dediğimde bunu en azından üç farklı anlamda kullanmak mümkün. Ding (şey) olarak nesneyi bir kenara koyarsak, zihinle birlikte giden bir nesne diye tasarladığımda ilkin (1) deneyimin nesneleriden söz etmek gerek. Deneyimin (Erfahrung) nesneleri duyu nesnelerinden (II) farklı Kant’a göre. “Deneyimin nesnesi” ifadesi ile “Duyu Nesnesi” (Gegenstand der Sinne) ifadesi çok farklı anlamlara geliyor. Deneyimin Nesnesi dediğimizde herhangi bir nesneyi yalıtık olarak değerlendirmiyoruz. Deneyimin nesnesi dediğimde her seferinde nesneyi göz önünde bulundururken, deneyimin kurallarını da göz önünde bulunduruyor olmam lazım. Deneyimin kurallarını veren şey ne? Zaman; zaman belirlenimleri; zamanın çokkatlılığına yapılan kimi synthesis‘ler. Zaman içerisinde nesne (Gegenstand) deneyimin nesnesidir. Bir sandalyeyi ele alalım. Yalnızca uzay kalıbı ile kalıplanmış belli bir “an” içerisinde, yalıtık olarak tasarlanmış bir sandalye değil “zamanda kalıplandıkça sandalye” (eskiyen, sözgelimi zımparalama ve cilalama gerektiren sandalye) deneyimin nesnesidir. Nesne, zaman içerisinde belirlendikte deneyimin nesnesi olur. Ne ki nesnenin zamandaki belirlenmesini göz ardı edersek “duyu nesnesi” olarak ele alınabilir. Buna göre nesnedeki kalıcılığı, birtakım özelliklerinin; ilineklerinin değişmesini, devinmesini göz ardı edersek ve duyum ile yakaladığımız kimi özelliklerine dahası biçimine, büyüklüğüne bakarsak nesneyi “duyu nesnesi” (Gegenstand der Sinne) olarak alabiliriz. Burada Kant’ın çok özel bir nesne tasarımını görmekteyiz. Kant, “deneyimin nesnesi” dediğinde sadece ve sadece karşısında yalıtık bir şekilde belli bir moment’te beliren bir şeyden bahsetmiyor. Deneyimin nesnesi, zaman içerisinde belirlenen suksessiv tasarımlar olarak nesnedir. Zaman kalıbının altına getirilen; biri ötekini önceleyen, diğeri ötekini sonralayan tasarımlar bütünüdür. Deneyimin nesnesi tek ve yalıtık bir tasarım değildir. Üç boyutluluk içerisinde tasarlanmış tek bir tasarım değildir. Suksessiv (birbiri peşi sıra gelen) tasarımlar deneyimin nesnesini oluşturuyor. Karşımda şu nesne duruyor dediğimde, ben şu nesneye baktığımda, bu nesneyi zaman koşullarından bağımsız hiçbir zaman tasarlayamıyorum. Gündeliklikte karşımda duran nesne hep zaman içerisindedir. Birbirini önceleyen ve sonralayan durumları ile tasarımlar olarak nesneyi kuruyorum. O halde benim için, benim gündelikliğimde söz konusu olan şey şu: nesne hep deneyimin nesnesi, yani zaman koşullarında, zamanın kurallarına göre belirlenen bir nesne olarak deneyimin nesnesi. Deneyimin nesnesi yalın bir tasarım demeye gelmiyor. Ama zamanı bir kenara bırakıp sadece ve sadece yalın bir tasarıma odaklanırsak duyu nesnelerinden (II) bahsedebiliriz. Görünüşleri farklı zaman koşullarından bağımsız olarak değerlendirmeğe çalıştığımızda duyu nesnelerini sözgelimi tek bir donuk karede şu biricik sandalyeyi yakalarız. Demek ki duyu nesneleri ile deneyimin nesnelerini birbirinden ayırıyoruz. Nesne deneyimin nesnesi haline geldiğinde (yani zaman işin içine girdiğinde) asıl anlamda nesne oluyor. Devinebilen, değişebilen ama aynı zamanda bir kalıcılığa (Beharrlichkeit) iye olan, birtakım özellikleri değişse de yine de kendisinde kalıcı bir şey yakaladığım nesne deneyimin nesnesidir. Asıl anlamda nesne tam da bu. Karşımda duran şey olan nesnedeki (Gegenstand) bu “duran” vurgusu son derece önemli. Nesnede duraduran, onda kalıcı olan bir şey var. Ancak ve ancak Zaman (Zeit) içerisinde, bir nesnedeki kalıcılık tasarlanabilir. Yine, nesnedeki bu kalıcılığın yanında onun kimi özellikleri değişir, ne ki biz o nesneyi yine o nesne olarak tasarlamaya devam ederiz; belli bir Varolan (Substantia) olarak tasarlamaya devam ederiz ve onun birtakım ilinekleri (Accidens) var deriz. Bu, deneyimin nesnesinin anlatılmasıdır. İşte bu türden bir nesnenin düşünülebilmesinin, düşüncede kurulabilmesinin olanaklılığı Anlama Yetisi (Verstand) içerisinde ilke olarak bulunuyor. Deneyimin nesnelerini düşünmenin ilkeleri var Anlama Yetisi içerisinde.

Üçüncüleyin (III) Genel olarak Nesnelerden (Gegenstände überhaupt) söz edeceğiz. Bunlar bizim için söz konu olmayan, olanaklı nesneler; Şeylerin kendilerinden (Dinge an sich) hareketle, başka duyumsama yetilerinin (Sinnlichkeit) “görebileceği”, başka türden Anlama Yetilerinin (Verstand) düşündüğü nesneler olabilir ya da [bizim için hiçbir biçimde olanaklı olmayan] intellektuel görünün ürünü olan nesneler olabilir. Genel olarak nesneler (Gegenstände überhaupt) bizim deneyimimiz ile sınırlanan ve bizim kurallılığımıza göre kurulan nesneler değil; bizim duyumsama yetimizin kurallılığına göre kurulan nesneler de değil. Ne zaman ki bizim zihnimizdeki birtakım kuralları, düşünme kalıplarını sadece ve sadece transzendental mantık ile değil genel mantık ile çıkarttığımızda ve bu düşünme kalıplarını (bu düşünme kalıpları bizim zihnimizin farklı yetilerin önermelerinin kurulma ilkeleridir ve bu yetiler için bir canon‘dur) birer araç (organon) haline getirdiğimizde, zihnimizin bu çok belli türden nesneler üzerinde geçerli olarak kurallarını deneyimin nesneleri üzerine değil de genel olarak nesneler (Gegenstände überhaupt) üzerine kullandığımızda ve bunlarla genel olarak nesneleri, bize verilmeyen nesneleri düşünmeğe çalıştığımızda, yanlış bir çıkarım içerisinde giriyoruz. Genel Mantık’ın araç (organon) haline getirilmesi budur. Burada Mantığı kullanılması gerektiği gibi kullanmıyoruz, çözemeyeceğimiz bir şeyi çözmenin aracıymış gibi kullanıyoruz. Halbuki Genel olarak Mantık bize düşünmenin ilkelerini verir. Bu ilkeleri sözgelimi Leibniz’in ya da Descartes’ın yaptığı gibi genel olarak nesneleri, bana verilmeyen, benim için söz konusu olmayan nesneleri (örneğin duyumsama yetime çarpmayan ama Leibniz’in “doğanın hakiki atomonlarıdır” dediği monadlar) düşünmek için kullanırsam; sözgelimi yeter-sebep ilkesini bana verilmeyen bir nesneyi düşünmek için kullanırsam, monadlar ya da Ding’ler üzerine kullanırsam ya da Ding’lerden hareketle başka bir Duyumsama Yetisinin kuracağı ya da başka bir Anlama Yetisinin düşünebileceği nesneler üzerine kullanırsam, o zaman kendi zihnimin çalışma ilkelerini araçsallaştırmış oluyorum. Benim zihnimin çalışma ilkelerini bana verilmeyen, benim zihnim için kurulması söz konusu olmayan bir nesne üzerinde kullanırsam çıkarımım yanlış bir çıkarım oluyor. Nitekim bir sınırlama (Restriktion) var: Benim zihnimin ilkeleri sadece ve sadece bana verilen nesneler üzerine çalışmak için upuygun. Benim zihnimin ilkeleri ile bana verilmeyen bir nesneyi düşünemem. Düşünürsem ne olur? Düşünmeye çalışabilirim. Düşünmeye girişmede bir Restriktion yok. Ben bana verilmeyen bir nesneyi bile düşünmeye çalışabilirim. (Felsefe tarihi buna verilebilecek nice örnek ile dolu.) Ne ki bu türden bir düşünmeden ortaya çıkacak şey bir yanılgıdır (Schein). Bu, aklın yanlış bir kullanımına işaret eder. Kant bunu Dialektik olarak adlandırıyor. Mantıkçının yapması gereken şey Dialektik değil. Dahası Kant’a göre eskilerin “Sophistik” diye adlandırdıkları bu Kunst (Zanaat), Felsefenin de onuruna yakışacak bir şey değil (KrV, B 86). Felsefeci ya da Genel Olarak Mantıkla uğraşan kişi bu alanda iş göremez ama bunun bir Kritik‘ini yapabilir; aklın yanlış çıkarımları nasıl olageliyor diye bakabilir.

O halde Kant’ın B 81’de yaptığı şu ayırım: I) Deneyimin Nesneleri (Gegenstände der Erfahrung), II) Duyu Nesneleri (Gegenstände der Sinne) ve III) Genel olarak Nesneler (Gegenstände überhaupt) son derece temel. Ne zaman ki biz bizim kendi zihnimizin, bu sınırlı yapının, belli çalışma ilkelerini (Prinicipium) bize verilmeyen nesneler üzerine, gelişigüzel bir tarzda (Gegenstände überhaupt) kulanmağa başlıyoruz, o zaman birtakım safsatalar söz konusu oluyor. Metaphysik’in bir zamanlar (Aristoteles’in episteme theologike‘si iken), Kant’ın ifadesi ile, “Bilgi Alanlarının Kraliçesi” (Königin der Wissenschaften) (KrV, Vorrede, A VIII) iken 18. yüzyılda “sefil” bir durumda olmasının nedeni de tam bu. Metaphysik Aristoteles’in zamanında prote philosophia (önde gelen felsefe), prote episteme (önde gelen bilgi alanı) idi ama 18. yüzyılda gelindikte birtakım yanlış çıkarımların, safsataların merkezi haline gelmiş gibi duruyor. Kant temel dertlerinden birini de şu soru ile ifade ediyor: Bir Wissenschaft (sapsağlam bilgi alanı) olarak Metaphysik olanaklı mıdır?

İnsan Zihninin Düşünme İlkeleri

Demek ki Mantığı organon (araç) olarak kullanmak Kant’a göre tam da bu demek. Genel Mantık düşünme kalıplarını çıkartan alan. Özellikle Anlama Yetisinin düşünme kalıplarını çıkartıyor Genel Mantık. Eğer biz bu düşünme kalıplarını birer ilke olarak alıp bize verilmeyen nesnelerde diyesim bizim için birer tasarım olarak söz konusu olmayan nesnelerde kullanmağa çalışırsak bu, bu düşünme kalıplarını araçsallaştırdığımızı imler. Bu ilkelerin üzerine kullanamayacağı kimi nesnelerde, bize verili olmayan nesnelerde bu kuralları kullanamayız. Örneğin “nedensellik” denilen bağlantıyı ve kuralı Leibniz’in yaptığı gibi monad denilen nesneleri de hesaba katarak kullanırsak Görünüşler alanında söz konusu olan kimi kuralları bize görünmeyen nesneler üzerinde kullanmış oluruz ya da doğa nedenselliği ile ilgili kimi kuralları bize verilmeyen, bizim için söz konusu olmayan nesneler üzerinde kullanmağa kalkarsak yine bir prima causa (ilk neden) olarak Tanrı’nın olduğunu öne sürebiliriz. Ne ki bunu söyleyebilmek için deneyimin ve duyumsamanın nesnelerini terk etmiş olmak gerekir. Soru şu: deneyimi ve duyumsamayı terk ettiğimizde, bu türden kuralların geçerli olacağını nereden çıkartmaktayız? Sadece ve sadece deneyimin ve duyumsamanın nesneleri için şu kurallar söz konusudur: I. Çelişmezlik ilkesi/özdeşlik ilkesi (Bu Anlama Yetisinin (Verstand) içerisinde bulduğumuz bir ilke): ortaya koyduğumuz önermenin olanaklı olması gerekiyor. II. Yargıgücünün (Urteilskraft) ilkesi olan Yeter-Sebep ilkesi. Yargıgücü, kendisine Anlama Yetisinin verdiği önermelerden hareketle kimi sonuç önermeleri (Folge) ortaya koyuyor. Bir nedenden (Grund) bir sonuç (Folge) çıkartmağa çalışıyor. Yargıgücünün ortaya koyacağı yargının doğru bir yargı olması için yeterli bir sebebi olması gerek. Dahası Anlama Yetisinin ortaya koyduğu yargının, bilginin doğru olabilmesi için Yargıgücünün ondan hareketle ortaya koyduğu tüm sonuçların doğru olması lazım. Bir Neden (Grund) olarak bir Bilgiden (Erkenntnis) farklı farklı sonuçlar çıkarabiliriz. Ne ki bir tek sonuçun yanlış olması Neden (Grund) olarak Bilginin de yanlış olduğu anlamına gelir. Doğru bir sonuç çıkartmamız ise temeldeki Bilgimizin doğru olduğunu imlemez nitekim yanlış bir bilgiden doğru sonuçlar çıkartmak da mümkün. Fakat biz ne zaman ki bir Nedeni takip eden tüm Sonuçları (Folge) sereriz ve bu sonuçları doğru olarak ortaya sereriz, o zaman, ortaya koyduğumuz bilgi bir temel olarak doğrudur. Bu “Yeter-Sebep ilkesi” bizim zihnimizin ona göre çalıştığı ikinci düşünme ilkesidir.

III. Üçüncü bir ilke ise üçüncü bir yeti için söz konusu. Bu yeti Akıl (Vernunft). Aklın ortaya koyduğu hakikatler zamandan bağımsız (ewig), belli bir zaman ile sınırlandırılmış değil ve zorunlu, dahası apodeiktik (belli bir yerden hareketle gösterildikte apaçık). Demek ki Akıl denilen yeti bellli bir tarzda iş gördüğünde ortaya zorunlu hakikatler koyuyor. “Saf Akıl yanılmaz” (R. 2142) diyor Kant. Saf Aklın ortaya koyduğu önermeler son derece açık. Bu önermelere örnek verelim: sözgelimi bizim zihnimizde bir principium rationis olduğunu, bir principium identitatis olduğunu bize haber veren yeti Akıl (Vernunft). Bu ilkenin ne demeye geldiği ve geçerliliğindeki zorunluluk apaçık. O halde Anlama Yetisinin (Verstand) çalışma ilkesini de Akıl (Vernunft) buluyor, Yargıgücünün (Urteilskraf) çalışma ilkesini de Akıl buluyor, kendi çalışma ilkesini de Akıl buluyor. Kendisine baktığında yakaladığı en temel şey onun Anlama Yetisine bağlı olarak, ondan hareketle iş gördüğü. Bunu biraz açalım: Kant’ın da belirttiği (A75 dipnot 1) gibi bizde düşünmenin (denken) üç ayrı uğrağı (Moment) var, bunlar: Anlama Yetisinin, Yargıgücünün ve son olarak Aklın düşünmesi. Bu düşünmeler bir tarzda birbirine bağlandığı zaman “apodeiksis” söz konusu oluyor. Kant’ın bu Grekçe sözcüğü kullanması boşuna değil. Apo-deiksis: Bir yerden hareketle gösterme, açık kılma. İmdi Anlama Yetisinin (Verstand) içerisinde saf bir kısım varsa, bu saf kısımdan hareketle Yargıgücü sonuçlar (Folge) ortaya koyabilir ve Akıl (Vernunft) farklı durumları yakalayabilir yani olanaklı bir bilgiye ilişkin ortaya koyulabilecek, birbirini tamamlayan ve dışlayan yargıları (disjunktive Urteile) ortaya koyabilir. Akıl şu ilkeye göre iş görüyor: iki çelişik yargı söz konusu olduğunda arada bulunan üçüncü bir yargı yoktur. Ya “a” olacak ya da “¬a” olacak, arada bulunan üçüncü bir yargı söz konusu değildir.

İmdi bu üç ilkeyi diyesim “aradaki üçüncü yargının olanaksızlığı ilkesi”ni (principium exclusi medii inter 2 contradictoria), “yeter-sebep ilkesi”ni ve “özdeşlik ilkesi”ni alıp deneyimin ve duyumsamanın nesneleri yerine genel olarak nesneler (Gegenstände überhaupt) üzerinde kullandığımızda [1] bu ilkeleri araçsallaştırmış (birer organon haline getirmiş) oluruz. Araç (organon) haline getirmek işi burada Aristoteles’in kullandığı anlamda kullanılmamakta. Bu ilkeleri “araçsallaştırmak” şu demeye geliyor: bu ilkelerin upuygun kullanımı gerçekleşmemektedir, bu ilkeler insan zihninin düşünemeyeceği nesneleri düşünmek için birer araç haline getirilmektedir.

Genel Mantık alanında çalışan kişi de zihne baktığında bu ilkeleri yakalayabilir. Bu ilkeler özel olarak Transzendental Mantık’ın konusu değildir. Nitekim “Saf Aklın Eleştirisi”ne baktığımızda çelişmezlik ilkesi, özdeşlik ilkesi, yeter-sebep ilkesi ya da üçüncü bir durumun olanaksızlığına işaret eden ilke üzerine ayrıntıda konuşulmuyor. Genel Mantık zaten bunu yapıyor. Bu ilkeler Anlama Yetisinin, Yargıgücünün ve Aklın yasalarıdır, çalışma ilkeleridir ve Genel Mantık ile uğraşan kişi de bunları çıkartabilir. Ama ne zaman ki bu Genel Mantık ilkeleri, zihne verilmeyen, insan zihni için söz konusu olmayan nesnelerde kullanılır, bu ilkeler araçsallaştırılmış olur. Kant, Felsefe Tarihinde kendisinden önce gelen düşünürlerin (sadece Ortaçağ içerisindeki değil aynı zamanda Ortaçağ sonrasındaki düşünürlerin) yaptığı işe de bir gönderide bulunuyor. Nesneler üzerine upuygun yargıda bulunmak öncelikle o nesnelerin size verilebilen, sizin için söz konusu olabilen birer nesne olması ile olanaklıdır. Size verilmeyen bir nesne üzerine siz kendi zihninizin kurallılığı ile konuşamazsınız. O yüzden bunu yapan düşünürler Kant’a göre “sınır aşmakta”dır (Dialektik) ve yanılgı (Schein) içerisindedirler. Dialektik burada aklın yanlış bir çıkarımına işaret ediyor: bana verilmeyen, benim için söz konusu olamayacak olan bir nesne üzerine, zihnimdeki kurallığı kullanma ve kimi tanıtlamalar ortaya koyma işi[2]. Demek ki zihnimdeki kurallığın nerede ve nasıl kullanılması gerektiğine ilişkin bir Restriktion var.

“Doğruluk Nedir?”

Kant Transzendental Mantık’ın Giriş III. kısmına şu soruyu sorarak başlıyor: “Doğruluk nedir?” (Was ist Wahrheit?) (A 58) Bu soru bu şekilde sorulduğunda sorunun sıkı belirlenmemiş ve güzelce ifade edilmemiş olduğunu söylüyor Kant. Soru belli bir şekilde diyesim “akıllıca” sorulmadıysa, “gereksiz yanıtlar gerektirir” (A 58), yanıtlayanı da biçimsiz bir duruma sokar. Dolayısıyla “doğruluk nedir?” diye sormak sorunun yanlış bir formülasyonuna işaret ediyor. Niçin? Bunun yanıtı vermek için ilkin hem Kant’ın yaşadığı dönemde hem de kendisinden önce gelen dönemde ve Ortaçağdaki doğruluk anlayışına ve doğruluğa getirilen tanım ifadesine bakmak gerekiyor. Tanım şöyle: Doğruluk, bir ‘bilginin’ nesnesi ile uyumudur. Bu tanımın izini sürdüğümüzde Augustinus’a, Thomas Aquinas’a daha sonra Descartes’a gitmek durumunda kalırız. Elbette Aristoteles’ten de hareketle -ne ki onun yaptığı işi olduğu gibi başka bir hale sokarak- Thomas Aquinas, veritas‘ın (doğruluk), intellectus ve res‘ler (şey) arasında bir adaequatio (örtüşme) olup olmadığını soruyor. Bilginin nesnesi ile örtüşmesi olarak doğruluk son derece Ortaçağca görünüyor, Descartes’ta da bunun bir yeri var, Augustinus’ta da, Aquinas’ta da var. Summa Theologicae içerisindeki “Doğruluğa İlişkin Sorular”da (Prima Pars, Quaestio 16, De Veritate) Aquinas, Augustinus’un doğruluğa ilişkin tanımını[3] bize aktardıktan sonra şöyle diyor: “Filozof (Aristoteles) Metafizik içerisinde (VI) bize şöyle söylüyor: Doğruluk (veritas) nesnelerde değil zihindedir.” “Filozof” böyle demesine rağmen Aquinas bunu başkaca ele alıyor. Aquinas’a göre, intellectus‘un “nedir”i (quod quid est) açığa çıkartmasında yanlışlık yok. Ne ki doğruluk (veritas) intellectus‘un ayrıştırmasında ve birleştirmesinde söz konusu olan, kısmen nesnelerde kısmen de intellectus‘ta olan bir şey. Dolayısıyla burada bir örtüşmeden (adaequatio) bahsetmek gerekiyor: Intellectus‘taki kimi şeylerin (“nedir”lerin değil) nesnelerle örtüşmesi. Kant’ta da Übereinstimmung/Adaequatio olarak Doğruluk (Wahrheit), Doğruluğun adeta “sözlükteki karşılığı” (Namenserklärung) olarak ele alınmakta. Fakat Kant’a göre doğruluğa ilişkin bu bakış son derece problemli. Burada bir problem görmekle Kant bize Ortaçağdan hakiki çıkışı işaret etmektedir. Kant’a göre bu soru bu şekilde sorulduğunda (“doğruluk nedir?”) ve yanıt bu şekilde verildiğinde (“bilginin nesnesi ile örtüşmesi”) soranı ve yanıt vereni, yukarıda da belirttiğimiz gibi, gülünç bir duruma sokuyor, bunları “bilgisizliklerini itiraf etmek durumunda bırakıyor”; eğer soruyu soran ve yanıtlayan bir mantıkçı ise onu da “kibrini bir kenara bırakmak durumunda bırakıyor” (A 58). Niçin? Kant bunu “El Yazmaları” (Handschriftlicher Nachlaß) içerisinde bize açıyor. Doğruluk Bilginin nesne ile örtüşmesindedir diyorsanız, bu şöyle bir şey demeye geliyor: benim nesneye ilişkin bilgim nesne ile örtüştüğünde doğrudur. Fakat burada bir problem var: benim nesneye ilişin bilgimin nesne ile örtüşüp örtüşmediğini anlamam için nesneyi bilmem lazım zaten. Dolayısıyla bu beni nereye götürüyor? Nesneye ilişkin bilgimin, nesneye ilişkin bilgimle örtüşüp örtüşmediğine bakmam lazım. Ne oldu? Bir “Diallele” (R. 2151): bir açmaz içerisine düştük.


“Yargımın nesne ile örtüşmesi gerekiyor. İmdi ben nesneyi ancak onu bilirsem bilgimle karşılaştırabilirim. dialele.”
Immanuel KANT, Handschriftlicher Nachlaß (El Yazmaları), Logik (Mantık), 2143.

Eğer nesneye ilişkin bilgimizin nesneyle örtüşüp örtüşmediğine bakmak istiyorsak, yapacağımız iş dönüp tekrar nesneye gelişigüzel bakmak değildir, onu bilmemiz gerekir. Tekrar ifade edersek: nesneye ilişkin bir bilgi ortaya koyduktan sonra, bu bilginin nesne ile örtüşüp örtüşmediğine baktığımızda, nesneye gelişigüzel ya da salt bakıyor değiliz. Nesneye tekrar baktığımızda ona ilişkin bir bilgi ortaya koymamız gerek, böylece daha önceden kurduğumuz bilginin şimdi bu bir ve aynı nesneye ilişkin kurduğumuz bilgi ile örtüşüp örtüşmediğine bakacağız. Burada döngüsel bir düşünme tarzı var ve bizi bir açmaza düşürüyor. Dolayısıyla Kant’a göre, bu şekilde yanıtlandıkta ve soruldukta bu soru, diyesim “Doğruluk nedir?” sorusu upuygun bir şekilde sorulmuş ve yanıtlanmış gibi görünmüyor. Dahası mantıkçıların bu yanıtı ile “becerilerinin, bilgilerinin tamamı” (A 58) adeta değerini kaybediyor.

Peki bu soruyu nasıl soralım? Şöyle: Doğruluğun genel (allgemein) bir Kriterium‘u (ölçüt) verilebilir mi? Bunu da iki biçimde değerlendireceğiz: 1. Doğruluğun materiell (içerikli) bir ölçütü verilebilir mi? Yani her nesne için geçerli olacak genel bir doğruluk ölçütü bulunabilir mi? Yanıt: Bu her şeyden önce içinde bir çelişki barındırıyor görünüyor. Bu ölçüt nasıl hem tek tek (biricik) nesneler için hem de genel olarak hepsi için geçerli olacak? Böyle bir şey olması olanaksız. Her şeyden önce, nesnelere gitmek demek “Farklılığa” (Verschiedenheit) gitmek demeye gelir. Dolayısıyla doğruluğun genel (allgemein) bir kriteri içerik bakımından (der Materie nach) düşünülemez. Yani tek tek nesnelerin hepsi için geçerli olacak bir genel doğruluk kriteri verilemez. O halde şu açık: içerikli bir tarzda bir doğruluk kriteri verilemez. Ama ne yapabiliriz? Formel (Biçimsel) bir doğruluk kriteri verebiliriz. Bu, doğruluğun (Wahrheit/Veritas) negatif koşuludur, yani olmazsa olmaz koşuludur (conditio sine qua non). Ne ki yeterli bir koşul değildir. Bunu sağladıktan sonra tekrar materiell (içerikli) olarak bilgimize (Erkenntnis) bakmamız gerekir. Yani bilgimizi içeriği bakımından da değerlendirmemiz gerekir.

2. Doğruluğun formel (biçim bakımından) ve genel bir ölçütü verilebilir. Burada yapmamız gereken şu: Bilgi nesne ile örtüşüyor mu diye bakmazdan evvel, bilgi “kendisi ile örtüşüyor mu” diye bakmak. Bu ne demek? Bu bir bilginin çıktığı yerdeki ilkelerle yani zihnin çalışma ilkeleri ile örtüşmesine bakmak demeye geliyor. Doğruluğun genel ve formel Kriterium‘u şu: ortaya koyduğumuz bilginin zihnin düşünme yetilerinin yasalılığı ile uyuşması lazım (B 84). Yani 1. çelişki içermeyecek, olanaklı bir yargı olacak diyesim çelişmezlik ve özdeşlik ilkesine (principium contradictionis et identitatis) uygun biçimde ortaya koyulacak; II. Temelde söz konusu olan bir sav (Grund) olarak tüm sonuçları (Folge) doğru olacak yani yeter sebep ilkesine (principium rationis) uygun olacak; III. İçerisinde apodeiktik zorunluluk bulunacak. Ortaya koyduğumuz yargının zamandan bağımsız ve zorunluluk içeren bir yargı olması lazım. Bu şu demeye geliyor: üzerine konuştuğumuz şeye ilişkin geçerli olabilecek tüm durumlara bakıp, hiçbir durumu eksik bırakmadan değerlendirip hangi durumun zorunluluk ile söz konusunu olduğunu yakalamamız gerekiyor (principium exclusi medii inter 2 contradictoria).

İmdi bu şekilde, bu ilkelere göre (1. principium identitatis et contradictionis; 2. principium rationis; 3. principium exclusi medii inter 2 contradictoria) bilgimizi sınarsak formel (biçimsel) bir sınama yapmış oluyoruz. Eğer bilgimiz bu biçimsel sınamadan sonra ayakta kalıyorsa onun “negatif doğruluk”a (negative Wahrheit) iye olduğunu söyleyebiliriz. Ne ki “pozitif doğruluk”tan (positive Wahrheit) pay alıp almadığını çıkartabilmek için bilgiye sadece biçimsel olarak değil içerik bakımından da bakmak gerekir. Bir bilgiye ilişkin, sayılan düşünme ilkelerine bakıp bir değerlendirme yaptıktan sonra bu kalıplara uymadığını yakalarsak, onu olduğu gibi bir kenara bırakabiliriz ve yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Burada içerikli bir ele alma gereksizdir. Nitekim yargı zaten sine qua non (olmazsa olmaz) koşulu tutturamamış. O halde, bir yargının içeriğine bakmadan düşünme yetilerinin (Anlama Yetisinin, Yarggücünün ve Aklın) çalışma ilkelerine göre kotarılıp kotarılmadığına bakmak gerek. Dolayısıyla “negatif doğruluk” bir bilginin zihnin düşünme yetilerinin içerisinde bulunan yasalarla örtüşmesi (adaequatio) işidir. Nesne ile bilginin örtüşmesi işini Kant zihnin içerisine çekiyor ve “yargının zihnin içerisindeki düşünme yetilerinin çalışma ilkeleri ile örtüşmesi” olarak değiştiriyor. Bu da Ortaçağça doğruluk görüşünün müthiş bir derlenmesi, toparlanması işi olarak değerlendirilebilir.

Transzendental Analytik ve Dialektik

Buraya kadar, genel mantık ile uğraşan (ama transzendental mantık ile uğraşamayan) bir kişinin yaptığı analyseis ile ortaya koyulabilecek şeyler söyledik. Nitekim bu düşünme ilkelerinin (1. principium identitatis et contradictionis; 2. principium rationis; 3. principium exclusi medii inter 2 contradictoria) incelenmesi ve serilmesi işi Genel Mantıkın işi. Transzendental Mantık sadece düşünmenin bu kalıplarına bakmıyor bunların arka planına da bakıyor: bunların kökeninde ne var, bunlar nasıl kuruluyor, bunların deneyimin olanaklı nesnelerinde a priori kullanımı nası oluyor diye soruyor. Transzendental Mantık, Genel Mantıktan farklı olarak 1. a priori kullanıma (Gebrauch); II. Ursprung‘a (köken) bakar. Genel Mantık salt şablona bakıyor. Transzendental ve Genel Mantık salt forma bakmaz. O halde Transzendental Mantık bir “Doğruluk Mantığı”dır (Logik der Wahrheit) (A 62). Transzendental ve Saf Mantık 1. deneyimin nesnelerini düşünmenin zorunlu ilkelerine ve 2. bu ilkelerin a priori kullanımına bakacak (genel mantık için söz konusu bile olmayan bir iş!). Bu ilkeler nasıl kuruluyor? Bunların kaynağı nedir? Yani deneyimin (deneyim= synthetik yani bilgimizin genişlediği, tasarım (Vorstellung) üzerine tasarım, kurallılık üzerine kurallılık içeren bir Birlik (Einheit/Unitas)) arka planında söz konusu olan şey nedir ve deneyimin olanaklı nesnelerinde nasıl kullanım bulur? Deneyim eğer empirik bir şey ise deneyime kurallığına veren şeyin yine empirik bir şey olmaması gerekiyor. İşte bu deneyime kurallılığını veren ve deneyimin arka planında söz konusu olan şey nedir? Yani empirik bir synthesis yapabilmemizin olanaklılığının koşulu veren bir a priori synthesis olması gerek. Transzendental Mantık işte bunu çıkartmağa çalışıyor. Bu da şu soru ile ifade ediliyor: “synthetik a priori önermeler nasıl olanaklıdır?” Synthetik a priori önermeler nasıl olanaklıdır ne demek? Deneyim bir synthesis işi, hem de a posteriori kotarılan bir synthesis işi. Ne ki deneyimin içerisinde bir kurallılık var; deneyimin onlara göre işlediği kurallar var. İşte deneyimin hep onlara göre işlediği kurallar bizim deneyimden önce diye yakaladığımız, deneyimi “mantıksal” olarak önceleyen kurallar. Bu kurallar empirik değil, olamaz. Dahası bunlar deneyimin onlara göre işlediği kimi syntheseis içermekte. Dolayısıyla biz deneyimi kurarken bilgimizi empirik bir şekilde genişletebilmek yani empirik bir synthesis yapabilmek için arkada, Verstand‘ın içinde hep bir a priori synthesis yapmaktayız. Transzendental Mantık işte buna bakıyor. Başlangıçta Transzendental Mantık’ın kökene (Ursprung) baktığını söylemiştik. Onun temel ödevi (Aufgabe) de synthetik a priori önermelerin nasıl olanaklı olduğunu yakalamak. Bunun için yaptığı şey nedir? Yanıt: Şu üç temel yetinin nasıl işlediğine bakmak. Hangi temel yetiler? 1. Duyumsama Yetisi (Sinnlichkeit) ve bunun saf kısmı yani “uzay” ve “zaman”; 2. Kurgulama Yetisi (Einbildungskraft/imaginatio) ve bunun saf produktiv kullanımı (Nitekim bunun reproduktiv kullanımı -kısmen- deneyimin içerisinde söz konusu oluyor); 3. Anlama Yetisi (Verstand) ve bunun arka planı yani Ich denke (Cogito/Düşünüyorum actus‘u), dahası Anlama Yetisinin kurulumu. Bu üç yeti ile ben Deneyim bilgisini (Erfahrungserkenntnis) kurabiliyorum. Arada kilit nokta oluşturan şeyler: 1. Zaman (Zeit): Zamanın synthezlenmesi ve bu synthesis‘in düşünülmesi ile Kategoriler ortaya koyuluyor; 2. Kurgulama Yetisi (Einbildungskraft): Bu Yeti kör (blind) iş gören bir yeti (A 78). Bu şu demek: yaptığı pek çok işin farkına varmıyoruz. Ne ki vazgeçilmez, bir kenara koyulamaz bir işi var (ibid.). Nitekim eğer biz kimi şeyleri üst üste getirip yeni yapılar oluşturamasaydık, bilgi (Erkenntnis) kuramazdık çünkü bilgi genele ilişkindir. “Genel”, synthetik‘tir ve çokkatlı bir yapıdır. Bizde bu synthetik olanı ve çokkatlı yapıları kuran Kurgulama Yetisidir (Einbildungskraft).

İmdi nesnelerden bahsettik, doğruluktan bahsettik. Berikine ilişkin şunu söyledik: Doğruluğun içerikli (materiell) bir ölçütü verilemez. Bu bir çelişki oluşturur. Ne ki doğruluğun genel, formel bir ölçütü verilebilir. Bunu da söyledik. Bunlar da zihnin farklı yetilerinin farklı ilkeleri (principium) idi. Bu ilkelere “Genel Mantık”ın baktığını da söyledik. Transzendental Mantığın ise bundan farklı bir iş yaptığını, yalnızca bu düşünme ilkelerinin çıkartılması ile ilgilenmediğini de ekledik. Elbette Transzendental Mantık düşünmenin bu en temel ilkeleri ile örtük olarak olsa da bir biçimde ilgili nitekim bu ilkeler olmadan hiçbir doğruluk söz konusu değil. Bu apodeiktik, zorunlu ilkeleri açığa çıkar yeti ne peki? Yanıt: Akıl (Vernunft). Bu yapıtı (Kritik der reinen Vernunft/Saf Aklın Eleştirisi) yazan yeti de Akıl. Yapıtın başlığı iki biçimde ele alınabilir: 1. [Kant’ın] Saf Aklın[ın] yaptığı bir Kritik (genitivus subiektivus); 2. Saf Akla ilişkin yapılan bir Kritik (genitivus obiektivus); Aklın saf kısmını bir krinein ile açığa çıkartma işi.

Doğruluğa (Wahrheit) Kant ile birlikte bu şekilde baktığımızda doğrudan “doğruluk nedir?” ile sormuyoruz, doğruluğun ölçütü verilebilir mi diye soruyoruz. Doğruluğun ölçütü (Kriterium) ise ona göre genel olarak, içerikli olarak verilemez ama bir kalıp olarak verilebilir. Son olarak şundan bahsedelim: Transzendental Mantık bir “Doğruluk Mantığı”dır (Logik der Wahrheit) demiştik. Niçin? Çünkü Transzendental Mantık’ın ortaya koyduğu, bize gösterdiği, zihnin temelinde olan ve deneyimin onlar aracılığıyla kurulduğu synthetik a priori ilkelerdir. Deneyimin zorunlu koşulu olan bu ilkeleri Kant bize “Temel Önermeler Analitiği” (A 131-B 170 | B 350-A 294) içerisinde anlatacak. (Sözgelimi tüm devinim değişimde Substantia‘nın niceliği aynı kalır. Neden? Substantia dediğim şey, bu düşünme kalıbı bana bağlı olduğu için.) Transzendental Mantığın baktığı bu ilkeler içerikli; dolayısıyla düşünmenin zorunlu ilkeleri olan principium identitatis et contradictionis, principium rationis ve principium exclusi medii inter 2 contradictoria‘dan yapıca ayrılıyorlar. Transzendental Mantığın bilgiyi tüm içeriğinden ayıklamadığını Kant bize söylemişti (B 80 | A 77). Transzendental Mantıkta birtakım saf ögeler sözgelimi uzay, zaman ve Ich denke/Cogito da hesaba katılıyor. Transzendental Mantık bir “Doğruluk Mantığı”dır (Logik der Wahrheit) çünkü deneyimin (Erfahrung) kurulabilmesi için söz konusu olan zorunlu ilkeleri serer. Deneyim söz konusu olduğunda, tüm doğruluk bu ilkelerle ilgilidir. Karşıma çıkabilecek herhangi bir nesnenin zihindeki bu kurallardan bağımsız olması ve bunlardan bağımsız düşünülmesi mümkün değil.

Kant, Transzendental Analytik’ten sonra (Yapıtın ilk kısmı olan Transzendental Ögeler Öğretisi, Transzendental Estetik ve Tanszendental Mantık olarak ikiye ayrılıyor; bunlardan Transzendental Mantık ise Analytik ve Dialektik olarak ikiye ayrılıyor.) tıpkı Genel Mantıktaki bölümlemeye benzer biçimde Transzendental Dialektik diye ayrı bir kısıma geçecek. “Analytik” kısımlarında Akıl ile yapılan bölmeler, ayrıştırmalar (analyseis) ile açığa çıkartılan düşünme kalıplarına, “Dialektik” kısımlarında ise birtakım yanlış çıkarımların nasıl kotarıldığına bakılıyor. Kant burada Transzendental olarak bu işi kotaracak. Transzendental Mantık’ta zihnin içerisinde söz konusu olan principium’ların kökenine ve bunların a priori kullanımına bakılacak. Bunu yaparken analysis yapması gerek, bu yüzden Transzendental Mantık’ın ilkin bir Analytik kısmı var. Analysis yaparak diyesim bölerek, deşerek zihnin arka planında deneyim için zorunlu olan temel ögelere, ilkelere, önermelere (yani Kategorilere, Ich denke/Cogito/Düşünüyorum edimine ve synthetik a priori temel önermelere) bakacak. Bunları serdikten sonra, Transendental Dialektik kısmında, Felsefe Tarihinde bu temel ögeleri, ilkeleri ve önermeleri araç haline getiren kimi akıl yürütmelere bakacak. Nitekim deneyimin kimi kalıplarından, kurallarından hareketle genel olarak nesneler (Gegenstände überhaupt) düşünüldüğünde, Transzendental Mantık araç haline getirilmiş olmakta. Bu deneyimin kurallılığının salt bir araç haline getirilmesi demek. İşte bunun nasıl olageldiğinin serilmesi işi Transzendental Dialektik olarak adlandırılıyor.

Descartes: veritas et falsitas materialis (içerikli doğruluk ve yanlışlık)

Bu dersin içerisinde adaequatio (upuygun örtüşme) olarak doğruluktan söz ettik. Ortaçağ içerisinde, doğruluk ile birlikte giden kimi öteki terimler de var, sözgelimi conformitas (uygunluk) ve rectitudo (sağınlık). Ortaçağ sonrasında adaequatio olarak doğruluk görüşünü devam ettiren kişilerden biri de Descartes. Meditationes de Prima Philosophia (İlk Felsefe Üzerine Sapasağlam Bakışlar) başlıklı yapıtının içerisindeki üçüncü Meditatio‘da bize Doğruluğun (Veritas) ve Yanlışlığın (Falsitas) yalnızca yargılarda değil aynı zamanda ideler için de söz konusu olduğunu söylüyor. Bu ne demeye geliyor? Tam da şu: Veritas ile Falsitas yalnızca formalis (kalıba ilişkin) değildir aynı zamanda materialis (içeriklidir). Burada hem Descartes’ın Ortaçağ ile bağını (her ne kadar açık ve seçik bilginin olanaklılığının koşulu olan lumen naturale rationis ile iş görüyor ve lumen fidei‘yi bir kenara bırakmış olsa da) hem de Kant’ın sıklıkla kullandığı formel/materiell sözcüklerinin kaynağını görüyoruz. Burada söz konusu edilen şey şu: doğruluk (veritas) ve yanlışlık (falsitas) sadece yargılarda değildir; içerikli/materiel bir doğruluk ve yanlışlık (veritas et falsitas materialis) da vardır. Bu ne demeye geliyor? Tam da şu: zihninizde kurduğunuz idenin (ide burada en geniş anlamı ile diyesim “zihin ürünü” (phantasma, species, genus…) olarak kullanılmakta) hem de bir temsil (repraesentatio) olarak idenin; zihinden ayrı bir şeyin (res) yerini tutan idenin, zihinden ayrı olan “şey” (res) ile nice örtüştüğü meselesi bir veritas et falsitas materialis meselesidir. Yani doğruluktan söz edebilmem için zihnimdeki ide ile res arasında bir adaequatio olması gerekiyor. Eğer adaequatio yoksa, bir conformitas yoksa falsitas vardır. Zihnimde söz konusu olan ide, sözgelimi sıcaklık ya da soğukluk idesi, doğrudan doğruya ayrı başına var olan bir şeyi (res) temsil etmiyor, karşılamıyor olabilir. Eğer zihnimdeki idenin bir karşılığı yoksa, o halde o bir non-res (Kant’ta Unding) yani varolmayan bir şeyin idesidir. Sıcaklık ya da soğukluk nesnenin kendisinde olmayabilir. Bunlardan soğukluk privativ bir idedir, yani bir şeyin eksikliğinden ya da azalmasından ötürü (bu durumda sıcaklığın) kurduğumuz bir idedir. Dolayısıyla eğer ideanın yani zihnimdeki temsilin (repraesentatio) bir karşılığı yoksa o bir res’i temsil etmiyordur, onun bir res olarak karşılığı yoktur.

İçerikli olarak ele alındıkta veritas ve falsitas Thomas Aquinas’ın da “Filozof” diye andığı Aristoteles’in yaptığı işi, “Filozof nesnelerde hakikat yok diyor ama…” diyerek çarpıttığı yerde de karşımıza çıkmakta. Ne ki bu iş Ortaçağdaki pek çok başka düşünürden hareketle (sözgelimi Augustinus, Anselmus, Boethius) çok daha ayrıntılı ele alınabilir.

Ortaçağ düşünürlerinin ve Descartes’ın doğruluğa ilişkin bakışı (yani “bilginin nesnesi ile örtüşmesi” olarak adaequatio) daha sonraları (sözgelimi 19. yüzyılda) “Bilgi Teorisi” olarak ortaya çıkan alanı da belirlemekte. Ne ki adaequatio olarak doğruluk, bu biçimiyle Kant’ın kafasına yatmamakta. Descartes sonrası, Martin Heidegger de daha sonra Holzwege (Patikalar) başlıklı yapıtında yer alan 1938 tarihli Die Zeit des Weltbildes başlıklı sunumunda bundan söz ediyor. Heidegger şöyle diyor:

“Tasarlamanın nesne-olmaklığı olarak Varolan ve tasarlamanın kesinliği olarak doğruluk, ilk kez Descartes Metafiziğinde belirlendi. Onun temel eserinin başlığı şöyle: “Meditationes de prima philosophia”, “İlk Felsefe Üzerine Düşünmeler”. Prote Philosophia, daha sonra Metafizik olarak adlandırılan şeyin Aristoteles tarafından bulunmuş, ortaya koyulmuş belirlemesi. Bütün Yeniçağ Metafiziği, Nietzsche dahil, Descartes tarafından döşenmiş Varolan ve Doğruluk yorumu içinde durmakta. “

Martin Heidegger, Die Zeit des Weltbildes, Holzwege, S. 87

Yine 19. yüzyıl sonrasında “Bilgi Teorisi” diye ifade edilen, Felsefenin bir alt alanı olarak görülen hatta kimileyin Felsefenin kendisine indirgenmek istendiği, olanaklılığı tartışma konusu olabilecek bu alanda da bir bilgi ve doğruluk tanımı olarak adaequatio‘dan hareketle pek çok şey ortaya koyulmakta. Ne ki bunlara Ortaçağdaki kullanımları ile bakmak gerekiyor. Bunların doğrudan doğruya Antikçağ Felsefesi ile bir bağlantısının olmadığını da söylemek gerekiyor.


[1] Tıpkı Ortaçağ Felsefesinde sıklıkla yapıldığı gibi.

[2] Burada Kant’tan sonra Schopenhauer’ın “Die Welt als Wille und Vorstellung” (İsteme ve Tasarım Olarak Dünya) adlı yapıtında principium rationis‘ten hareketle yaptığı iş örnek olarak verilebilir. Nitekim Schopenhauer bu ilkeyi birbirinden çok farklı nesneler üzerine kullanmakta.

[3] Aquinas’ın aktarımına göre, Augustinus için “doğru olan, varolandır” (“verum est id quod est”). (ibid. I,1)

Categories
Kant Saf Aklın Eleştirisi

Kant, KrV (Saf Aklın Eleştirisi) Anlama Yetisinin Saf Kavramlarını Yakalamak İçin Üç İpucu | § Ders 9

Kategoriler denilen, Anlama Yetisinin içerisinde eksilmez ve artmaz mutlak bir Birlik (Einheit) olarak bulunan, Anlama Yetisi kendilerinin “doğum yeri” (Geburtsort) olan bu kavramların yapısını apaçık sermemiz gerekiyor. Nasıl ortaya çıkıyorlar?

Bugün aslında daha önce yaptığımız derslerin devamı niteliğinde bir ders yapacağız. Bugüne kadar bu yapıtın (Saf Aklın Eleştirisi) içerisinde belli bir yere kadar geldiydik. Transzendental Mantık’ın Giriş kısmını yapmıştık. Giriş kısmının içerisinde de farklı kısımlar vardı, bunların da üzerine konuştuyduk. “Giriş”ten sonra “Kavramların Analitiği” başlığı altında bir kısıma geçiyor Kant. Bu, Transzendental Mantık kısmının aslında ilk temel kısmı yani bir “Hauptstück” (Temel Kısım) olarak biz “Kavramların Analitiği”ni görüyoruz. Şimdi bu iş nereye gidiyor, Kant tam olarak ne yapmağa çalışıyor? Bir yandan bunun çerçevesini çizmeğe çalışacağım, bir de “Kategorileri/Anlama Yetisinin Saf Kavramlarını Keşfedebilmek için Üç İpucu” başlığı altında spesifik bir kısım üzerinde duracağım. İpucu sözcüğü aslında boşuna kullanılmış bir sözcük değil gibi görünüyor çünkü bu kısımların içerisinde biz doğrudan doğruya ve açıklıkla Kategorilerin nasıl kurulduğunu tam yakalayamıyoruz. Bu yakalayabilmek için hem yapıtın içerisindeki kimi başka kısımlara gitmemiz gerek. Kant başlığı “Kategorilerin “Ursprung”u (Kaynağı, Kökeni) Üzerine” diye atmış ve bunların kaynağını keşfedebilmemiz için bize üç ipucu veriyor. Ne ki açıklıkla bize Kategorilerin tam nasıl kurulduğunu söylemiyor. Kategoriler her şeyden önce birer tasarımdır (Vorstellung) ve bunların ne türden bir tasarım olduğunu sorduğumuzda yanıt şu şekilde olacaktır: Kavram (Begriff). “İçerik bakımından hiçbir kavram analytik olarak ortaya çıkamaz…” (Kant, KrV, B 103) Her kavram -en azından içerik bakımından- synthetik olmak durumdadır diyesim bir synthesis ile kurulmak durumundadır. Kavramlar (Begriffe) bir araya getirilmiş ürünlerdir. Bunun ne demeye geldiğinden ayrıntıda bahsedeceğim. Dolayısıyla her öteki kavram gibi, yani empirik olan kavramlarda nasıl ise, Kategoriler denilen, Anlama Yetisinin içerisinde eksilmez ve artmaz mutlak bir Birlik (Einheit) olarak bulunan, Anlama Yetisi kendilerinin “doğum yeri” (Geburtsort) olan bu kavramların yapısını apaçık sermemiz gerekiyor. Nasıl ortaya çıkıyorlar? Bu kavramların kaynağı Verstand yani Anlama Yetisi ve Kant bize bunların bir biçimde, duyumsamaya ya da deneyime gitmeden kurulan kavramlar olduğunu söylüyor. Oniki (12) tane kategori var. Niçin oniki? Niçin bunları bir tablo içerisinde dört (4) başlık altında inceliyor? Kategoriler denilen kavramların her birinin içeriği diğerinden nasıl farklı olabiliyor? Hangi bakımdan bu kavramları birbirinden ayırıyoruz? Nasıl ayırıyoruz? Burada zihinde hangi işlemler (Funktionen) olagelmektedir? Bunlardan bahsedeceğiz.

Aslında “Üç İpucu” yerine üç uğraklı bir ipucu da diyebiliriz çünkü bunlar birbirlerine eklemleniyor ve bir, tek ipucunun üç ayrı uğrağı olarak da düşünülebilirler. Bu üç ayrı ipucunun ya da burada göstermeye çalıştığı, birbirine bağlı diye düşünülen, tepeden bakıldıkta bir tek ipucunun izi sürüldüğünde bu bizi nereye götürüyor? Nereye gitmemiz gerekir? Bu ipucunu (ya da ipuçlarını) biz nasıl kullanacağız? Nasıl kullanabiliriz? Bunlardan ve dahası Kategorilerin nasıl “keşfedildiğinden” bahsedeceğiz.

Şimdi bu aslında büyük bir dert çıkarıyor. Sıklıkla dile getirilen kimi ezberler: 12 tane Kategori var, Anlama Yetisi var; nasıl ki Duyumsama Yetisinin (Sinnlichkeit) içerisinde Saf Bakma Kalıpları varsa, Anlama Yetisinin içerisinde de Saf Kavramlar var. Ne ki duyumsama yetisine ve bu yeti içerisindeki saf bakma kalıplarına (Uzay ve Zaman) baktığınızda ve bunlara ilişkin “niçin bu iki bakma kalıbı var da başka bir bakma kalını yok?” diye sorduğunuzda, Kritik içerisinde şunu yakalayacaksınız: Bu soru Kant’a göre yanıtı verilebilir bir soru değil. Bu böyle. Yapımız gereği bizde, Uzay ve Zaman denilen iki tane saf bakma kalıbı var. Bunlar aracılığıyla biz “intuitus” yani Görü oluşturabiliyoruz. Bu bakma kalıplarının sayısı niçin daha az ya da daha çok değil? Bilemiyoruz. Bilgimizin sınırı pek çok başka yerde olduğu gibi burada da keskince çizilmekte. Kategoriler ile ilgili olarak ise şu söylenebilir: Biz bunları öyle bir tarzda kuruyoruz ki bunlardan oniki tane ortaya çıkıyor. Ne ki kategorilerin içerikliğinin biricikliğinin niçini Felsefe Tarihi içerisinde, Kant’tan sonra gelen düşünürleri de aslında zorlamış bir soru. Sözgelimi Martin Heidegger bu soru üzerine epey kafa yoruyor ve sadece burada Kant’ın bize verdiği ipuçları ile bizim Kategorilerin tam da kaynağını keşfedemeyeceğimizi söylüyor. Burada epey problemli yer var. Bunları sermek istiyorum. Ayrıca metnin başka kısımlarına da gideceğim. Biz Kategorilerin kaynağını yakalamak istiyorsak, zorunlulukla metnin başka kısımlarına gitmek durumundayız. Bunlardan bir tanesi “Şematizm” (Schematismus) diye adlandırılan kısım. Kant’ın kendisi de El Yazmalarında (Handchriftlicher Nachlaß) bu bölümü diğer bölümlerin üstünde tuttuğunu ve çok daha önemli gördüğünü söylüyor.

Kategoriler ile ilgili problemleri şu şekilde sırayalabiliriz:

  1. Kategorilerin nasıl kurulduğu problemi: Kategoriler birer kavramdır (Begriff) dolayısıyla synthetik yapılardır. Dolayısıyla bizim bu synthesis’in ve bu synthetik yapının nasıl kurulduğunu; kategorilerin nasıl kurulduğunu yakalamamız lazım.
  2. A priori Bağlantı Problemi: Kategoriler Görünüşleri Yargıgücü (Urteilskraft) aracılığı ile kalıplar. Başkaca ifade edildikte, Kategorilerin altında Görünüşler düşünülür. Nasıl oluyor da benim Anlama Yetimin içerisindeki bu kavramlar ile, bu oniki saf kavram ile şu Görünüşler alanı bir biçimde uyuyor? Hangi Kategorinin altına hangi görünüşün getirileceği; tek tek durumlarda hangi kategori ile hangi Görünün düşünüleceği hiçbir biçimde gelişigüzel kotarılan bir iş değildir. Ne ki bu bir problem ve bunun Kant tarafından metinde nasıl hesabının verildiğini görmemiz gerekiyor. (Kant, Kategorilerin Görünüşler üzerinde nasıl kullanıldığı sorusunu Dissertatio’da sessiz kalarak geçiştirdiğini söylüyor. Nitekim bu dönem henüz bu konuyu çözememiştir.) Bir Kategorinin altına bir Görünün nasıl getirildiği meselesi yani “Subsumption” ya da Kategori altında tanıma işi de Kavramların kurulması ile ilgili. Bu yüzden, bir kavram ne demeye gelir, kavram nasıl kurulur, kavramın görüden farkı nedir sorularının yanıtının, hem 1. hem de 2. problemi çözebilmek için verilmesi gerekmekte.

Birinci İpucu

Kant’ın kendisi de aslında tam bunu yapıyor. Öncelikle bize birinci ipucunda şunu gösteriyor: bir kavram nedir? Intuitus’tan (Görü) farkı nedir? Her şeyden önce kavramların nasıl kurulduğunu, zihnin içerisinde hangi yolla kurulduğunu bize anlatacak. Metinde tam da bu kısma kadar bize Görünün (Anschauung) nasıl kullanıldığını ve kurulduğunu anlatmıştı. Görüler “Affektion” ile kurulur. “Şeyler” (Dinge) diyesim zihinden ayrı başına varolduğunu söylediğim şeyler bizi etkiledikleri sürece biz birtakım izlenimler (Eindrücke) kurarız. Dolayısıyla şu açık: Görülerin kurulması meselesi benim etkilenimime bağlı. Ben etkilendiğim sürece izlenimler, daha sonra görüler ve uzay ile zaman kalıplarının altına getirdikçe Görünüşler (Erscheinungen) kuruyorum. Görüler bu şekilde kuruluyor ama Kavramların kurulması bu şekilde olmuyor. Her şeyden önce, Kavramlar Duyumsama Yetisinde (Sinnlichkeit) ortaya çıkan Cognitio‘lar değil. Kant Cognitio sözcüğünü kimileyin bu biçimiyle kullanıyor kimileyin ise sözcüğün Almanca karşılığı olan Erkenntnis’i kullanıyor. Biz de, Almanca’da Erkenntnis diye karşılanan bu sözcüğü sıklıkla dar anlamı ile kullanıyor ve “Bilgi” diye karşılıyoruz. Halbuki bu sözcüğün, Cognitio’nun, bir geniş anlamı bir de dar anlamı var Kant’ta. Cognitio (1) geniş anlamı ile herhangi bir zihin ürünü ya da bir zihin yapıntısı demeye geliyor. Kant zihnin içerisinde ortaya çıkan ürünlere Cognitio diyor. Örneğin hem Görü (Anschauung) hem de Kavram (Begriff) bir Cognitio. Dar anlamı ile ise (2) Cognitio, Bilgi (Erkenntnis) demek.

Bu kullanımın arka planını Descartes’a götürmek mümkün. Zihnin içerisindeki en kök, en temel birim ise, Kant’ın kendisine ilişkin bir tanım vermenin bile güç olduğunu, zihnin içerisindeki hemen her şeyin ona göre tanımladığını söylediği “Tasarım”dır (Vorstellung).

Kavram işte tam da şöyle bir şey: bir tasarım altında birden çok tasarım. Bu da yalnızca bir işlem ile (Funktion) ortaya koyulabilecek bir şey. Bir Etkilenim (Affektion) ile Kavram ortaya koyamayız.

Geniş anlamda kullanıldığında birer Cognitio olan Kavramlar (Begriffe) zihninde, Görülerin kurulumuna benzer bir tarzda kurulmazlar. Kavramların nasıl kurulduğuna bakmamız lazım. Kavramların nasıl kurulduğuna genel olarak (überhaupt) bakarsak, empirik kavram ya da sav kavram diye ayırmadan genel bir tarzda bakarsak ve kavram nedir, nasıl kurulur bunun hesabını verebilirsek, Anlama Yetisinin Kavramları denilen, son derece özel bir tarzda kurulmuş bu kavramların da nasıl kurulduğunu belki çıkartabiliriz. Dolayısıyla ilkin belirli bir Kavramdan ve bunun nasıl kurulduğundan söz etmiyor Kant; “überhaupt” (genel olarak) her kavram nasıl kuruluyor bize bunu anlatıyor.

Kavram (Begriff) dediğimiz yapının Görüden (Anschauung) farkı Kant tarafından şu şekilde açıklanıyor:

“Görüler, duyumsama yetisinin ürünleri oldukları sürece, etkilenimlerle (Affektionen) kurulur, kavramlar ise zihin işlemleri ile (Funktionen).”

Kant, KrV, A 68 | B 93

(Funktion/Functio sözcüğünün Hume’daki karşılığı “mind operation”. Bu karşılığı bilmek bizim için Felsefe Tarihindeki bir tartışmanın eklem yerlerini apaçık biçimde görmek için önemli.) Demek ki Kavramlar (Begriffe) kimi işlemlerle kuruluyorlar yani Kavramlar etkilenerek kurduğumuz şeyler değil, zihin işlemleri ile kurduğumuz şeyler. Kavramları salt bir etkilenim ile kuramıyoruz. (Etkilenimin de salt bir maruz kalma olmadığı, zihince bir işleme gerektirdiği ise başka bir tartışmanın konusu.) Burada, Kavramların kurulmasına baktığımızda, çok katmanlı bir işten söz ediyoruz. Peki bu ne türden bir zihin işlemi? Kant’ın yanıtı şu şekilde: “Funktionen der Einheit” (Birliğe getirme işlemi) ya da “Einheit der Handlung” (ibid.) (Birliğe getirme edimi). Kavramların kuruluşu bir Birliğe getirme, bir araya getirme, bir toplama edimidir; bir “Einheit Functio”sudur. Dolayısıyla Kavramlar, genel olarak ifade edildikte, her defasında, bir birlik (unitas) içerisine getirilerek kurulur. Birliğe getirme “farklı tasarımları birbirine ekleme ve bunların çokkatlılığını bir genel tasarım ya da zihin yapıntısı altında düşünülecek tarzda toplama işidir.” (A 77 | B 103) Burada, genel bir tasarımın altında düşünülen pek çok tasarımdan söz ediyoruz. Kavram işte tam da şöyle bir şey: bir tasarım altında birden çok tasarım. Bu da yalnızca bir işlem ile (Funktion) ortaya koyulabilecek bir şey. Bir Etkilenim (Affektion) ile Kavram ortaya koyamayız. Bu işlem de bir Birliğe Getirme İşlemidir (Funktion der Einheit). Peki tasarımları genel bir tasarım altına getirdiğimizde, bunları iç içe geçirdiğimizde ya da birkaç tasarımı bütünübir bir tarzda toparladığımızda tam da ne oluyor? Yani bir Unitas (Birlik) kurduğumuzda aslında olan nedir? Buna bakmamız lazım.

Farklı tasarımları genel bir tasarım altına getirdiğimizde ilkin bizim için, olanaklı olarak pek çok şey ortaya çıkıyor. Bu ne demek? Eğer siz pek çok tasarımı bir tasarım altına getirirseniz, bu genel tasarım içerisindeki bu çokkatlılığı (Çokkatlılık= Mannigfaltigkeit, bütün yapıtın içerisindeki en temel sözcüklerden biri) bir biçimde kullanabilirsiniz. Bu nasıl olabilir? Bir araya getirdiğiniz bu çokkatlılığı tekrar ayırırsınız, nitekim bu çokkatlılık bir unitas (Einheit/Birlik) oluşturan bir çokkatlılıktır. Bu Çokkatlılığı ayıra ayıra Yargılar ortaya koymak (urteilen) söz konusu olabilir. O halde tüm Kavramlar olanaklı halde yargıda bulunmayı, yargılar ortaya koyabilmeyi (urteilen) imler. Kavramlar synthetik yapılar oldukları, Birliğe getirme işlemleri ile kuruldukları ve çokkatlı tasarımlar oldukları için, isterseniz bu çokkatlılığı açabilirsiniz ve bu çokkatlılık bölündükte, parçalandıkta açığa çıkan tasarımları (sözgelimi Kavramları) sermek ve birbirine bağlamak söz konusu olabilir. Buna örnek olarak “Cisim” (Körper) kavramı düşünülebilir. Cisim kavramı empirik bir kavramdır, tüm öteki kavramlar gibi, bir Birliğe getirme işlemi sonucunda kurulmuştur. Cisim kavramı bize kendisinden hareketle kimi yargılar (Urteile) kurmak olanağını verir. Olanaklı biçimde, bir Kavramdan birden çok Yargı (Urteil) ortaya çıkabilir. Buna göre, Cisim Kavramının içerisindeki çokkatlılığı analysis’e tabi tuttuğumuzda -pek çok öteki yargının yanında- şu yargılar da ortaya çıkacaktır:

  • Bütün Cisimler bölünebilirdir (teilbar).
  • Bütün Cisimler yer kaplar (extensio).
  • Bütün Cisimler bir geçirmezliğe iyedir (impenetrabilitas).

Yer Kaplama (Extensio) ve Bölünebilirlik (Teilbarkeit) Cisim Kavramının içerisinde bulunan ve bu kavramın içerisinde her an örtük olarak düşündüğümüz kavramlardan ikisi. Dolayısıyla bizim burada yaptığımız iş şu şekilde açıklanabilir: Yer Kaplama Kavramını, Bölünebilirlik Kavramını, Geçirmezlik Kavramını (-Locke’un Newton’dan hareketle “Solidity” diye adlandırdığı kavram) ve öteki kimi kavramları (sözgelimi Sertlik-Yumuşaklık, Islaklık-Kuruluk, Bir Renge iye olma) biz her an örtük olarak Cisim kavramının içerisinde düşünürüz. Cisim salt yer kaplama değildir, salt geçirmezlik de değildir, salt bölünebilirlik de değildir; Cisim olmayan ama bölünebilir olan diyesim Bölünebilirlik kavramının kendileri için söz konusu olduğu kimi öteki nesneler de var: sözgelimi Geometrinin kavramlarından “çizgi”. Dolayısıyla Cisim kavramının kurulmasında yapılan iş, zihnin Birliğe Getirme işlemi (Funktion der Einheit) aracılığıyla yeni bir Cognitio (1) oluşturması; farklı tasarımları bir genel tasarım altında toplamasıdır. Cisim kavramı içerisinde bir kavram çokkatlılığı barındırmaktadır. Bu çokkatlılığa bakılıp ve içerisinden bir kavram seçilip, bu kavramın da nasıl kurulduğu soru konusu edilebilir. Sözgelimi “impenetrabilitas” (Undurchdringlichkeit/Geçirmezlik) kavramındaki “Birliğe Getirme İşlemi” (Funktion der Einheit).

“Her bir yargıda, pek çok kavram için geçerli ve bu pek çok [kavram] arasında yine, nesneye dolaysız biçimde bağlanan, verili bir tasarımı yakalayan (begreift) bir kavram vardır.”

Kant, KrV, A 58 | B 93

Impenetrabilitas (Geçirmezlik) kavramının nasıl kurulduğunu bulmak için, yukarıdaki alıntıda da işaret edildiği gibi bu kavramın kendilerine bağlandığı Görünüşlere (Erscheinungen) bakmak gerekir. Burada kavramın içeriği karşımıza belli türden Görünüşlerin zihince syntezlenen bir kuralı olarak çıkacaktır. Görünüşlerden hareketle burada bir kural oluşturulmuştur ve bu kural karşımıza bir Cognitio (1) olarak diyesim bir Kavram (Impenetrabilitas) olarak çıkmaktadır.

İkinci İpucu

…zihnin içerisinde nasıl oluyor da bu birliğe getirme işlemleri kotarılıyor ikinci uğrakta buna bakarsak; düşünme denilen bu toparlama işinin, birliğe getirme işinin, yargıların kurulmasında kaç biçimde yapıldığını, kaç tarzda yapıldığını serersek, Anlama Yetisinin içerisindeki Kavramların yani Anlama Yetisinin Saf Kavramlarının neler olduğunu çıkartabiliriz.

Dolayısıyla Kavram (Begriff/Conceptus) bizim olanaklı halde yargılar ortaya koyabileceğimizi gösterir. Demek ki bi zihnimizin nasıl yargı ortaya koyabildiğini yakalarsak ve bu “Birliğe Getirme İşlemlerini” kaç tarzda yaptığını çıkarırsak, Kavramların ve dolayısıyla Kategoriler denilen kavramların da nasıl kurulduğunu yani düşünme işleminin nasıl kotarıldığını bulabiliriz. O halde ilk ipucu bize şunu söylüyor: Biz ilk uğrakta kavramların birliğe getirme işlemleri aracılığıyla kurulduğunu gördük, imdi zihnin içerisinde nasıl oluyor da bu birliğe getirme işlemleri kotarılıyor ikinci uğrakta buna bakarsak; düşünme denilen bu toparlama işinin, birliğe getirme işinin, yargıların kurulmasında kaç biçimde yapıldığını, kaç tarzda yapıldığını serersek, Anlama Yetisinin içerisindeki Kavramların yani Anlama Yetisinin Saf Kavramlarının, bu temelde kurduğumuz ve Kategoriler dediğimiz kavramların neler olduğunu çıkartabiliriz. Öncelikle düşünmenin hangi biçimlerde kurulduğunu, düşünmenin “Functio”sunu (İşlemini) yakalayalım. Bu ne demeye geliyor? Tam da şu: En temelde nasıl “birliğe getirdiğimizi” yakalarsak, kategorilerin nasıl kurulduğunu da göreceğiz. Nitekim farklı farklı tasarımların zihnimizde nasıl toparlandığı işi bir “Birliğe Getirme İşlemi” olarak adlandırılıyor. Bu birliğe getirme işinin kaç biçimde kotarıldığını yakalarsak eğer biz yargılardan hareketle Kategorilerin neler olduğunu da çıkartabiliriz. Kavramların olanak halinde Yargılar (Urteile) demeye geldiğini yukarıda belirtmiştik. Anlama Yetisi bir kere kavram ortaya koyduğu zaman yargı ortaya koymadan edemez ve kuruduğu kavramlar aracılığıyla yargılar ortaya koymaktan başka bir şey yapamaz.

“Düşünmek, kavramlar aracılığıyla Bilgi [ortaya koymaktır].”

Kant, KrV, A 69 | B 94

Demek ki düşünmek toparlayabiliyor, düşünmek ile biz bir “unitas” (birlik) oluşturabiliyoruz. Ne ki kavramlar kurguladığımız (einbilden) şeylerdir ve bu kurgulamamızın nasıl kotarıldığını da açıklamamız gerek. Buradan hareketle Kant’ın Kurgulama/İmgeleme Yetisinden (=Einbildungskraft/Imaginatio) söz ettiğini göreceğiz. Kategorileri kuran yapı tek başına Anlama Yetisi (Verstand) değildir, bunların kurulmasında Kurgulama/İmgeleme Yetisi (Einbildungskraft) da çok temel bir rol oynar. Kategoriler denilen kavramlar yani her seferinde kendileri aracılığıyla Görünüşleri (Erscheinungen) düşündüğümüz bu düşünme kalıplarını biz el yordamı ile, bunlar kullanıldıkça bulacak değiliz. Nitekim biz bunları gündeliklikte, her an kullanmaktayız. Felsefe tarihinde de olup biten bu türden bir şeydir diyesim Kategorileri el yordamı ile serme işidir. Anlama Yetisini çalıştırdığımız zaman, tekrarlanan bir tarzda bu yetinin içerisinde karşımıza çıkan ve kullanımını yakaladığımız kimi kavramlar var. Bu kavramlar kurulmuş Deneyimin içerisinde de karşımıza çıkmakta nitekim bunlar deneyimin kurulması için zorunlu. Karşımıza çıkan bu kavramların kimileri daha sık kimileri ise daha seyrek bir tarzda kullanım bulmakta. O halde bu kavramları Anlama Yetisinin kullanımından hareketle, sözgelimi “daha sık kullanım bulan kavramlar” ve “daha seyrek bir tarzda kullanım bulan kavramlar” diye bir tür önem sıralaması içerisinde sermek mümkün. Bu yolla Kategoriler denilen bu hep yeniden, bir tekrar içerisinde kullanılan ve Deneyimde söz konusu olan kavramları el yordamı ile çıkartmak mümkün. Ne ki bu türden bir el yordamı ile serme işinde yaptığınız iş eksik kalabilir dahası bu işin nerede sonlanacağını çıkartmak da son derece güç bir iştir. Bu bakımdan bu yol, Kategorileri sermek için sağlam bir yol gibi görünmemektedir. Kant burada Anlama Yetisi içerisindeki bu Kategoriler denilen kavramları, Transzendental Mantık içerisinde bir ilkeye (Prinzip) göre soruşturduğunu söylüyor (KrV, A 67 B 92). Elimizde bir ilke ile Saf Kavramları, diyesim zihnin Görünüşleri düşünürken kullandığı ve hep yeniden kullandığı bu kavramları çıkartmağa çalışırsak eksiksiz biçimde bunları serebiliriz. “Ne artan ne eksilen, mutlak (absolut) bir Birlik (Einheit), doğum yerleri olan Anlama Yetisinin içerisinde karşımıza çıkan ve herhangi bir şey ile karışmamış” (ibid.) olan ve Görünüşlerde kullanımı olan bu kavramları, o halde, biz bir ilkeye göre bulalım. Bu ilke nedir? Bu ilke kavramların nasıl ortaya koyulduğunu bize veren ilkedir. Kavramlar nasıl ortaya koyulur? Başkaca ifade edildikte: Düşünmede kotarılan işlem nedir? Düşünmedeki işlemi, saf düşünmenin ilk elde kotardığı “Birliğe Getirme İşlemleri”ni bulursak işte o zaman Kategorileri buluruz. İmdi şu sorular sorulmalı: neyi birliğe getiriyoruz, nasıl birliğe getiriyoruz, nasıl toparlıyoruz ve bu birliğe getirmeyi kaç biçimde yapıyoruz? Kant’ın bize verdiği ikinci ipucu tam da beriki soru (birliğe getirmeyi kaç biçimde yapıyoruz?) ile ilgili.

İkinci ipucunun izini sürdüğümüzde burada karşımıza Yargılar Tablosunun (Urteilstafel) çıktığını görüyoruz.

Yargılar Tablosu (Urteilstafel), KrV A70 | B 95

Kavramların olanaklı halde yargılara işaret ettiğini daha önce belirttiydik. Yargılarda düşünme işlemi nasıl gerçekleştiriliyor? Bu tabloya baktığımıza karşımıza çıkan şey şu: yargılar nicelik, nitelik, ilişki (Relation) ve Kiplik (Modalität) bakımından ele alınmış. Burada Kant, birliğe getirme işlemlerinin kaç biçimde gerçekleştirildiğini göstermeye çalışıyor. Zihin düşünme aracılığıyla kaç biçimde ya da tarzda Birliğe (Unitas/Einheit) getirebiliyor? Yanıt: dört ayrı tarzda.

Düşünme aracılığıyla Birliğe getirme işi Nicelik (Quantität) (1) bakımından değerlendirildikte şunlar söylenebilir: bu işlem ya her şeyi kapsayacak tarzda ve çok geniş biçimde kotarılıyor (Genel Yargılar/Allgemeine); ya kimi şeyleri bir araya getirecek tarzda birliğe getirme işi söz konusu (Özel/Besondere); ya da tek bir şeyi göz önünde bulundurur tarzda, sınırlı biçimde (Tekil/Einzelne) kotarılıyor. Dolayısıyla Nicelik bakımından değerlendirildikte, Birliğe Getirme işleminin ya çok geniş tutulduğu ya sınırlı tutulduğu ya da tek bir tasarım üzerine yargı ortaya koyulduğu söylenebilir. Demek ki Nicelik bakımından ele alındıkta “Funktion der Einheit” (Birliğe Getirme İşlemi) böyle söz konusu oluyor.

Peki Nitelik (Qualiät) (2) bakımından değerlendirildikte birliğe getirmek nasıl olur? Yanıt şu şekilde veriliyor: 1. ya evetleyerek birliğe getiriyoruz (Evetleyen Önermeler/Bejahende: “-dır”); 2. ya değilleyerek bir araya getiriyoruz (Değilleyen Önermeler/Verneinende: “-değildir”); 3. ya da varolanların arasında hangi gruba dahil olmadığını söyleyerek bir birliğe getiriyoruz (Unendliche/Sınırsız Yargılar: “x olmayandır”).

Üçüncüleyin, düşünme aracılığıyla birliğe getirme işlemi İlişki (Relation) (3) bakımından değerlendirildikte neler söylenebilir? 1. ya bu birliğe getirme işlemi kategorik bir tarzda yapılır, iki kavram birbirine bağlanır (kategorik yargılar); 2. ya “böyle ise şöyledir” diyoruz, iki yargıyı bir unitas‘a getiriyoruz (hypothetik yargılar); 3. ya da “ya böyledir, ya şöyledir, ya da şöyledir” diyoruz, mantıksal olanaklılık içereden birden çok yargıyı bir nesneye ilişkin bilginin tüm alanını kaplayacak tarzda kuruyoruz (disjunktiv yargılar).

Dördüncü olarak, birliğe getirme işleminin, yargının içeriğini bakımından değil de “yalnızca genel olarak düşünme ile ilişkisi içerisinde copula‘nın değeri bakımından” (A 74 | B 100) ele alındığını görmekteyiz (Modalität) (4). Demek ki, düşünme işlemini nasıl kuruyoruz diye sorduğumuzda buna kiplik bakımından da bakılabilir. Biz düşünme işlemini (kavramlar aracılığıyla düşünme) ortaya koyarken 1. ya olanaklı olduğunu söylediğimiz yargılar ortaya koyuyoruz (problematik yargılar); –bu yargılar da düşünmenin bir uğrağına (moment) işaret eder. Hangi uğrağına? Yanıt: Anlama Yetisinin düşünmesine. Anlama Yetisi (Verstand) bize olanın öyle olduğunu söyler, olanın niçin öyle olduğunu ya da zorunlulukla öyle olduğunu söylemez (Aristoteles’in eski bir önermesi!)– 2. ya düşünme işlemini öyle bir tarzda gerçekleştiririz ki bu başka bir bilme yetisinin düşünmesine işaret eder. Bu bilme yetisi Yargıgücüdür (Urteilskraft). Yargıgücü şu şekilde çalışır: Anlama Yetisi olanın öyle olduğunu söyler, Yargıgücü de “eğer bu böyle ise, o halde bunun birtakım sonuçları vardır” diye ekler. Yargıgücü, Anlama Yetisidir “bu şöyledir” önermesinden hareketle, “böyle ise o halde şöyledir” diyen yetidir, bu da düşünmenin ayrı bir uğrağına işaret etmektedir. Burada düşünme işleminin Yargıgücü bakımından nasıl gerçekleştirildiğini görmekteyiz ve bu işlem sonucunda ortaya çıkan önermeler “mantıksal gerçeklik” (logische Wirklichkeit) içerir; 3. ya da düşünmenin üçüncü uğrağında Akıl (Vernunft) denilen yeti aracılığıyla mantıksal zorunluluk (logische Notwendigkeit) ortaya koyan önermeler (apodeiktik/apodiktische) kurarız. Dolayısıyla düşünmenin üç uğrağı vardır ve bu iç uğrak ile iç ayrı düşünme yetisine diyesim Anlama Yetisine (Verstand), Yargıgücüne (Urteilskraft) ve Akıl’a (Vernunft) işaret edilmektedir.

Düşünmenin Üç Uğrağı

Dolayısıyla düşünmenin içerisinde kimi işlemler var. Bunların nasıl gerçekleştiğine baktık. Buradan hareketle diyesim bu ikinci ipucundan hareketle Kategorilerin keşfedilmesine bir adım daha yaklaşmış oluyoruz. Birinci ipucu ise bize şunu gösterdiydi: Kavramlar birliğe getirme işlemi ile kurulur. Kategoriler ise düşünmeye yarayan en temel kavramlardır. İkici ipucu ile beraber ise şunu sorduk: Nasıl düşünüyoruz, düşünme işlemleri nasıl gerçekleşiyor? Bunu da Nitelik, Nicelik, İlişki bakımlarından ele aldık. Şimdi üçüncü ipucu içerisinde, görünüşleri düşünme işi nasıl gerçekleşiyor diye soracağız. Bu kısımda Kategorilerin nasıl ortaya çıktığına işaret edilecek. Bu kısım B basımında 10. kısım olarak geçiyor, Kant’ın attığı başlık işe su şekilde: “Tüm Saf Anlama Yetisi Kavramlarını Keşfetmek için İpucu”. Burada Kant ile birlikte adım adım ilerleyebilmek için metine dönmek istiyorum. Nitekim metnin tam da bu kısmında Kant bize buradan sonra yapacağı işin adeta tamamının haritasını vermekte. Yapılan iş, Kant’ın ifadesini kullanmak gerekirse, çokkatlı (mannigfaltig) bir iş ve bu işi çözmek için hem Saf Aklın Eleştirisinin “Şematizm” diye adlandırılan kısmına hem de kimi öteki Kant metinlerine (sözgelimi Jäsche Mantığı, Mantık ve Metafizik Refleksiyonları) gitmek gerekiyor. B 102 – B 106 arasında yer alan ve üçüncü ipucu diye ayıracağım bu son derece yoğun kısmı metnin ayrıntıda hesabını vererek sermek ve böylelikle Kategorilerin nasıl kurulduğunu göstermek istiyorum.

Üçüncü İpucu

Metnin hemen ilk kısmında Kant bize Transzendental Mantığın, Genel Mantıkla karşılaştırıldıkta iye olduğu avantajı hatırlatıyor: Transzendental Mantık’tan önce, Transzendental Estetik diye adlandırılan bir bölüm ve yapılan bir soruşturma var. Bu, Duyumsama Yetisinin (Sinnlichkeit) kurallarına ilişkin bir transzendental soruşturma. Bu soruşturma içerisinde iki ürün bulundu: saf uzay ve saf zaman denilen bakma kalıpları. Genel Mantık ise Transzendental Mantık’tan farklı olarak “bilgiyi tüm içeriğinden sıyırıyor” (B 102). O halde transzendental mantığın önünde uzay ve zaman birer saf bakma kalıbı olarak duruyor diyesim Transzendental Estetik, Transzendental Mantık’a bu data’yı “sunuyor” ve biz transzendental mantığın içerisinde bunların nasıl kullanılabileceğini ve nasıl bir rolü olduğunu metni takip ettikçe ayrıntılı biçimde göreceğiz.

Transzendental Mantık karşısında şunu görüyor: uzay ile zaman, Görünüşlerin içerisinde birer çokkatlılık (Mannigfaltigkeit) olarak zaten bulunmaktadır. Görünüşler alanına baktığımızda, uzay ve zamanın kendilerini doğrudan göremeyiz ama uzay ve zamanın çokkatlılığını görebiliriz. Uzayın, Görünüşler içerisindeki çokkatlılığı karşımıza her şeyden önce “Biçimler” (Gestalten) olarak çıkar. Uzay burada biçimler olarak diyesim synthezlenmiş bir halde vardır. Peki, Syntezleyen yetinin adı ne? Kurgulama/İmgeleme Yetisi (Einbildungskraft). Kurgulama Yetisi Uzaydan Saf Biçimleri syntezliyor ve Görünüşlerin içerisine yerleştiriyor. Demek ki, baktığımız şu Görünüşler (Erscheinungen) alanının içerisinde saf birtakım ögeler var. Burada a priori bir kullanımdan söz etmek mümkün. Bu a priori kullanım geometricinin yaptığı işe işaret ediyor. Geometrici, 1. Görünüşler alanında karşılaştığı nesnelerin biçimlerini diyesim nesnelerin saf kısımlarını bunlardan sıyırarak alabilir (absondern) ve geometinin kavramlarını kurabilir; 2. ya da Görünüşlerin saf kısmını kullanarak synthesis ile yeni biçimler ortaya koyabilir. Geometri bu yaptığı iş ile deneyimden ve duyumsamadan bağımsız nesneler ortaya koymakta ve karşımıza sapasağlam bir bilgi alanı (Wissenschaft) olarak çıkmaktadır.

Dolayısıyla ilkin, Empirik bütünübir olanın yani Görünüşlerin (Erscheinungen) içerisinde saf bir kısım olduğunun yeniden altı çiziliyor: uzaydan synthezlenmiş saf bir çokkatlılık (mannigfaltige) var (=Biçimler). Uzaydan hareketle synthezlenmiş bu çokkatlılığı yakalamak, zamandan hareketle synthezlenmiş çokkatlılıkları yakalamaktan çok daha kolay. Nitekim Zaman kalıbının da Görünüşlere yedirilmesi ile, bunların içerisinde Zamanın çokkatlılığı ortaya çıkıyor. Zaman kalıbı ile birlikte, diyesim Görünüşler içerisine Zaman kalıbının yerleştirilmesi ile birlikte artık bunlar adeta “hareketli bir film” haline geliyor. Nitekim devinimin olanaklılığının koşulunu veren şey de Zaman denilen bu saf bakma kalıbının kendisi. Zaman kalıbı tasarımları dizmeye ve tutmağa yarayan kalıp idi ve öncelik-sonralık ilişkileri de Zaman kalıbının kullanımı (Erzeugung) ile ortaya çıkıyordu. İmdi Zamanın çokkatlılığının, tıpkı Uzayın çokkatlılığı (=Biçimler) gibi Görünüşlerin içerisinde olduğu belirtildi. Demek ki Zamandan ötürü söz konusu olan kimi ilişkiler (Verhältnisse, Relation değil!) var. Zamanın çokkatlılığı bizim için yine Görünüşlerin içerisinde bir saf kısım olarak duruyor. İmdi bunlar serildikte, yeniden şu sorulabilir: Kategoriler nasıl kuruluyor? Kategorilerin kurulması ilkin uzayın ve zamanın görünüşler içerisine yedirilmiş bu “çokkatlılığının öncelikle belli bir tarzda üzerinden geçilmesi, ele alınması ve bağlanması” (B 102 | A 77) ile olur. Kant bu edime “Synthesis” adını veriyor (ibid.). Düşünme edimi ya da Birliğe Getirme Edimi öncelikle [Uzayın çokkatlılığı ile birlikte] Zamanın çokkatlılığını bağlıyor; üzerinden geçiyor, ele alıyor ve genel bir tasarım haline getiriyor. Demek ki bizde herhangi bir bilginin kurulmasının önkoşulu ilkin Duyumsama Yetisinin (Sinnlichkeit) a priori syntezlenmiş saf çokkatlılığının belli bir tarzda “üzerinden geçilmesi (durchgehen), ele alınması (aufnehmen) ve bağlanmasıdır (verbinden). Bunu niçin yapıyoruz? Bir bilgi (Erkenntnis) ortaya koyabilmek için. Burada metinde biraz geriye, Transzendental Estetik’in Giriş kısmına (A 19 | B 33) gitmemiz gerekiyor. Burada Kant şöyle diyor:

“Bilgi nesnelere hangi tarzda bağlanırsa bağlansın ve hangi araçla bağlanırsa bağlansın, bilginin nesnelere onun aracılığıyla dolaysızca bağlandığı ve araç olarak tüm düşünmenin hedeflediği şey Görüdür (Anschauung).”

Kant, Krv, A 19 | B 33

Bu paragraf bize şunu söylüyor: “Bilgi” (Erkenntnis/Cognitio) bir tarzda zaten var ve nesnelere bağlanıyor. O halde şunu sormak yerinde olacak: Bilgi nasıl kuruluyor? Tekrar B 102’ye döndüğümüzde, Kant’ın burada bu “bilgi”nin nasıl kurulduğunu diyesim Kategorilerin nasıl kurulduğunu anlattığını göreceğiz. Bunu şöyle ifade etmek de mümkün: Tüm deneyim bilgisinin temelinde, ilkin ve ilk elde kurulan a priori Bilginin nasıl kurulduğu anlatılıyor. Demek ki “saf çok çokkatlılığın üzerinden geçilmesi, ele alınması ve bağlanması” Bilgi (Erkenntnis) ortaya koyuyor, bu bilgi a priori ortaya koyulmuş bir bilgi. Bizde tüm öteki bilgilerin temelindeki ilk bilgi, başka şeylere bağlanan bilgi saf bir bilgidir, synthetik bir yapıdır. Bizde duyumsama yetisinin içerisindeki saf kalıpların kullanımında ortaya çıkan çokkatlılık (Mannigfaltigkeit) eğer belli bir tarzda ele alınmaz, bağlanmaz ve üzerinden geçilmezse bu “ilk bilgi” kurulamaz. Bu ilk bilginin kurulması ve nesnelere bağlanması işi aslında kategorilerin kurulması ve bunların Görünşlere (Yargıgücünün bir işlemi ile ortaya koyduğu saf transzendental Şema (Schema) ile) bağlanması işi. Heidegger’in Kant und das Problem der Metaphysik (Kant ve Metafizik Sorunu) adlı yapıtında ifade ettiği gibi (§12, S. 57) Kategorilerin “saf görü ile bağlantılılığı” (reine Anschauungsbezogenheit) var. Eğer biz Kategorilerin saf görü ile bağlantısını çıkartamazsak, bunların kökenini (Ursprung) keşfedemeyiz ve Kant’ın bize burada verdiği ipuçları da işe yaramaz hale gelir.

Metinden devam edelim. “En genel anlamı ile Synthesis’ten anladığım şu:…” diyor Kant. Buradaki “en genel” (allgemeinste Bedeutung) hiçbir biçimde gelişigüzel tarzda buraya yerleştirilmiş değil. Aksine, Kant bize en genel tarzda synthesis’in nasıl kotarıldığını anlatacak, buradan hareketle biz çok özel bir synthesis ile kurulan Kategorilerin nasıl kurulduklarını da çıkartabileceğiz.

“En genel anlamı ile Synthesis’ten anladığım şey farklı farklı tasarımları birbirine yedirmek, birbiri üzerine koymak ve bunların çokkatlılığını bir Bilgi içerisinde kavramak edimi.”

Kant, KrV, B 103

Bir synthesis ne zaman saf olur? “Çokkatlılık empirik değil de a priori verili olduğu zaman. Uzayda ve Zamanda olduğu gibi.” (ibid.) Buna göre, Uzay ile Zamanın Görünüşlerin içinde yer alan çokkatlılıkları bize zaten verili. Biz bu çokkatlılığı ne yapabiliriz? Ele alabiliriz, üzerinden geçebiliriz ve birbirine yedirebiliriz; yani düşünme işlemini (Kurgulama Yetisi ile Birlikte) kullanabiliriz. Düşünme toparlar, biraraya getirir. O halde bu çokkatlılıklardan bir (ya da daha çok) Bilgi (Erkenntnis/Cognitio) oluşturmak mümkün. Bir adım daha attığımızda Kant yine son derece temel bir şey söylüyor: “Hiçbir kavram içerik bakımından analytik olarak ortaya çıkmaz.” (ibid.) Kavramlar synthetik diyesim kurulmuş, oluşturulmuş yapılardır. O halde şunu söylemek zorunlu: Kategoriler, Anlama Yetisinin içerisinde kurulmadan önce tıpkı birer doğuştan ide (idea innata) gibi bulunuyor değillerdir. Kategorilerin Anlama Yetisinin içerisinde nasıl kurulduğunun ve nasıl ortaya çıktıklarının hesabını vermek Felsefe Tarihinin günümüze aktardığı, çözülememiş en temel birkaç sorunundan biridir.

Kategoriler kavramdır, synthetik yapılardır ve Birliğe Getirme işlemleri aracılığıyla kurulurlar. Dolayısıyla burada Kant’ın bize verdiği ipuçları aracılığıyla biz bir kez daha şu soruları soracağız: Kategoriler ne türden birliğe getirme işlemleri aracılığıyla kurulurlar? Burada “birliğe getirilen” nedir? Hangi tasarımları ele aldık, üzerinden geçtik ve birbirine ekledik? Kategoriyi nasıl kurduk? Yanıtları apaçık vermek gerekiyor. Üzerinden geçtiğimiz, ele aldığımız ve birbirine eklediğimiz tasarımlar, uzay ve zamanın saf çokkatlılığıdır. Biz Kategorileri bu çokkatlılık sayesinde, Kurgulama Yetisi (Einbildungskraft) ve Anlama Yetisinin (Verstand) içerisindeki düşünme edimi aracılığıyla kurarız.

Bundan sonra metinde karşımıza çıkan tümce paranteze alınarak okunmalı: “Bir çokkatlılığın synthesis’i -ister empirik olsun ister a priori verilmiş olsun-ilkin ortaya başlangıçta hala ham ve muğlak olabilen ve Analysis gerektiren bir bilgi ortaya koyar.” (ibid.) Bu şu demeye geliyor: Kavramları kurabilir yani synthesis işlemini kotarabiliriz, ne ki synthesis (biraz daha aşağıda Kant’ın da bize söyleceği üzere) bunun pek de ayırdında olmadan zihince gerçekleştirdiğimiz “kör” [kotarılan] bir iştir. Bir Kavramı (Begriff/Conceptus) kurmuş olmak demek bir kuralı kurmak ve elde bulundurmak demektir. Kavram böylece bütünübir bir şekilde kurulduysa ve herhangi bir Analysis’e ihtiyaç duyulmadı ise bu kuralı kullanabiliriz ama bu, kuralın tam da ne demeye geldiğini bildiğimiz anlamına gelmez. Kavram onu analysis’e tabi tutmadığımız sürece, mutğlak (verworren) bir tarzda zihinde yer etmeye devam eder. Bir kavramın muğlak olması (mantıksal seçiklik) o kavramın bir kural olarak kullanımına hiçbir engel teşkil etmez. Örneğin “cisim” denilen empirik kavramı hemen hepimiz kurmuşuzdur ve gündeliklikte sıklıkla kullanmaktayız. Kavramı kurmuş olmak bir kuralı kurmuş olmak demektir, burada “cisim” kavramı da bu kavramın altında yalnızca belli türden Görünüşlerin (diyesim tek tek cisimlerin) yakalanabileceği çok özel bir kurala işaret eder. Ne ki, ne zaman bu kavramı Akıl (Vernunft) denilen yeti aracılığıyla deşeriz, böleriz yani analysis’e tabi tutarız, o zaman “her an bu kavram içerisinde örtük ve muğlak olarak düşündüğümüz” çokkatlılık açığa ve su yüzüne çıkar. Kavramda seçiklik düşünmeye ilişkindir (logisch) ve bu şekilde elde edilir. Kavramda “seçiklik” felsefecinin temel bir derdine ve onun gündelikliğin içerisinden sonunda sıyrılıp kendisini gerçekleştirebilmek için sıkı bir adım atmasına işaret eder.

Bir sonraki tümce şöyle: “Synthesis, Bilginin ortaya koyulabilmesi için birtakım ögeleri toparlayan ve bunu belli bir içeriğe bağlayan şeydir.” (A 78) Kant burada işi daha da inceltecek ve Kurgulama/İmgeleme Yetisini (Einbildungskraft) devreye sokacak. Kant Synthesis’in nasıl kurulduğunu bize farklı bir ayırımı da hesaba katarak, işi incelterek anlatacak: “Biz eğer bilgimizin ilk kaynağına ilişkin bir yargıda bulunmak istiyorsak, ilk dikkat etmemiz gereken şey Synthesis’tir.” (ibid.) Bizde öteki hayvanlarda bulunmayan bir olanak var, içiçe geçmiş yapılar kurabiliyoruz. Kavram kuramamak demek yalın tasarımlar dünyasında yaşamak demek. Biz insan olabilen hayvanlar, yalın tasarımlar dünyasında yaşamıyoruz. Biz, synthetik tasarımlar kurabilen, kavramlar aracılığıyla düşünebilen varolanlarız. Öteki hayvanlardan da bu olanağımızla ayrılıyoruz. Ne ki asıl “değer”imiz ve dignitas‘ımız bu kavram kurabilmek ve salt düşünmek olanağımız ile ortaya çıkmıyor Kant’a göre. İnsanın dignitas‘ından ve değerinden söz edebilmek için başka bir şey gerekecek.

“Genel olarak (überhaupt) Synthesis, bizim biraz sonra göreceğimiz biçimde, Kurgulama Yetisinin (Einbildungskraft) salt bir etkisidir.” (A 78 | B103) Biraraya getirebilen yeti Kurgulama/İmgeleme Yetisidir. Bu yeti “kör” bir yeti ama ruhun (zihnin) bir kenara koyamayacağımız, kaçınılmaz bir işlemini gerçekleştiriyor. Synthesis, zihnin olmazsa olmaz bir işlemi. Niçin? Çünkü synthesis olmasaydı yani Kurgulama Yetisinin bu işlemi (Functio) olmasaydı “biz hiçbir yerde bilgi ortaya koyamazdık, ne ki biz bu işlemin pek az ayırdındayız.” (ibid.) Buradan sonraki kısmı açarak çevirelim: “Ne ki kurgulama yetisinin bu Synthesis’ini kavramlara getirmek (auf Begriffe bringen) diyesim bundan bir kavram oluşturmak, Anlama Yetisine (Verstand) düşen bir iştir.” (ibid.) Yani Kurgulama Yetisi (Einbildungskraft) toparlayacak ve bağlayacak ama kavram haline getirmek yani düşünme kalıbı haline getirmek Anlama Yetisine düşüyor. “Bu bize asıl anlamda bilgiyi yapan, ortaya koyan şeydir.” (ibid.) Bir sonraki cümle son derece kapalı ve ilk bakışta onu anlaması güç gibi görünüyor ne ki bir kez çözüldükte o da yerine tastamam oturuyor:

“Saf synthesis, genel olarak tasarlandıkta, saf Anlama Yetisi kavramını verir.”

Kant, KrV, A 78 | B 104

O halde Kategorinin nasıl kurulduğunu bulduk: saf Synthesis ile! Buradaki “allgemein vorgestellt” (genel olarak tasarlandıkta/düşünüldükte) vurgusu şunun için var: genel (allgemein) yani oniki (12) kategorinin onikisi için de geçerli bir tarzda diye düşünüldükte.

Kategoriler Tablosu (KrV, A 70 | B 95)

Kant burada allgemein vorgestellt (genel olarak düşünüldükte) yerine sözgelimi spesifisch vorgestellt (özel olarak, spesifik olarak düşünüldükte) demiş olsaydı, her bir Kategorinin içerisindeki saf synthesis’e ayrı ayrı vurgu yapmış olacaktı. Ne ki her bir Kategorinin içerisindeki synthesis’i ayrı ayrı kurallar olarak metnin Schematismus (Şematizm) diye adlandırılan kısmında anlatacak. Dolayısıyla burada genel olarak Anlama Yetisi kavramlarının kurulmasında söz konusu olan synthesis’in nasıl bir synthesis olduğu -her bir Kategorideki biricik synthesis göz önünde bulundurulmadan- anlatılıyor. (Anlama Yetisi kavramının kurulmasında rol oynayan saf transzendental synthesis, Kurgulama Yetisinin (Einbildungskraft) gerçekleştirdiği pek çok başka synthesis’den yalnızca bir tanesi. Kant bu öteki synthesis’leri “Saf Anlama Yetisi Kavramlarının Deduktion”u başlıklı kısımda ve diğer yapıtlarında (Sözgelimi Anthropoloji Kitabı ve Metaphysik Refleksion’larında) kimileyin örtük biçimde kimileyin ise apaçık bir tarzda ele alacak.) (Heidegger’in de bu farklı synthesis’lerin ayırdında olduğunu ve bunları “ontik synthesis” ve “ontolojik synthesis” olarak adlandırdığını belirtmekte yarar var. (Bkz., Heidegger, Vom Wesen des Grundes) Bu synthesis, diyesim Kategoriyi kuran synthesis, Kant’ın ifadesi ile “kavramlara göre” (nach Begriffen) oluşturulmuş, kavramsal bir synthesis’tir. Kavramsal synthesis şu demek: düşünme ile ilgili bir synthesis. Buradaki synthesis’in “düşünmeye ilişkin bir synthesis” olması yani kavramsal bir synthesis olması, bu synthesis’i bir başka synthesis’ten diyesim Uzay (Raum) kalıbından hareketle uzayın çokkatlılığını yani Biçimleri (Gestalten) kurduğumuz başka bir saf synthesis’ten ayırmamız gerekliliğine işaret ediyor. Beriki kavramsal bir synthesis değildir. Demek ki Kategoriyi veren kavramsal synthesis çok özel bir synthesis ve bunun tüm öteki synthesis’lerden ayırt edilmesi gerekiyor. Kant bunu şöyle açmakta:

“Transzendental Mantık bize tasarımların değil, tasarımların saf synthesis’ini kavramlara getirmeyi öğretir.”

Kant, KrV, (B 104 | A 78)

Burada “Kavramlara getirmek”in kavram kurmak demeye geldiğini yukarıda da belirtmiştik. Kant bu paragrafta Transzendental Estetik’te ortaya koyduğu savlardan hareketle yeniden Deneyimin (Erfahrung) nasıl kurulduğunu ve dahası Deneyimin olanaklılığının koşulunu (Bedingung der Möglichkeit) anlatıyor:

“O halde bize tüm nesnelerin a priori olarak bilinmesi için verilmesi gereken ilk şey saf Görünün çokkatlılığıdır; bu çokkatlılığın Kurgulama Yetisi (Einbildungskraft) aracılığıyla Synthesis’i ikinci [şeydir], ne ki bu henüz bir Bilgi ortaya koymaz. Bu saf Synthesis’e Birlik (Einheit/Unitas) veren ve yalnızca bu zorunlu synthetik Birlik tasarımı üzerine kurulan Kavramlar, önümüze gelen bir nesnenin Bilgisi için [son konusu olan] üçüncü şeydir ve Anlama Yetisinde kurulurlar.”

Kant, KrV, ibid.

Alıntıdaki Einheit (Birlik) son derece spesifik bir anlamda kullanılmış, diyesim bu Einheit (Birlik) saf çokkatlılığı toplama ve belli bir sınırlılık içerisine getirme işi. Ne ki Einheit (Birlik) Kant metinlerinde en az iki anlama gelmekte. Einheit’ın (Birlik) ve Birliğe getirmenin tam da hangi anlamlara geldiğine “Transzendental Deduktion” kısmında değineceğiz.

Uzay ve Zamanın çokkatlılığını yani bu saf çok katlılığı Kurgulama Yetisi ile synthezlediğimiz zaman ortaya synthetik bir yapı çıkıyor. Ne ki bu synthetik yapının “Kavram” (Begriff) olabilmesi için bunun denken (Düşünmek actus’u) ile yani Cogito ile (“Ich denke” =düşünüyorum) birleştirilmesi gerekiyor. Nitekim kurgulamamız bir kavram olacaksa içerisinde “düşünmek” ediminin de olması gerek.

“Bir yargıda farklı tasarımlara Birlik veren işlem, bir görüdeki farklı tasarımların salt synthesis’ine de Birlik veren şeydir ve genel olarak dile getirildikte Anlama Yetisinin saf kavramı diye adlandırılır.”

Kant, KrV, A 79 | B 105

“Anlama Yetisi, Görüdeki çokkatlılığın synthetik Birliği aracılığıyla tasarımlarına transzendental bir içerik verir, bu transzendental içerikten ötürü bu tasarımlar, nesnelere a priori bağlanan, saf Anlama Yetisi kavramları diye adlandırılırlar.”

Kant, KrV, ibid.

Alıntıda sözü edilen “görünün çokkatlılığın synthesis”i ile ortaya koyulan ve Anlama Yetisinin saf kavramlarını yani Kategorileri kuran bu transzendental içerik, Kategorilerin keşfedilebilmesi için Kant’ın işaret ettiği üçüncü ipucudur. Böylelikle ipuçları tamamlanmış oluyor (1, 2 ve 3) ve Kant bütünübir bir şekilde Kategoriler tablosunu ortaya koyuyor (A 80 | B 106). Ne ki metnin bu son derece “çokkatlı” kısmını açmak ve Kant’ın verdiği ipuçlarından hareketle Kategorilerin nasıl ortaya çıktığını, nasıl kurulduğunu apaçık sermek, metinle didişen okuyucuya kalıyor.

Üç İpucundan Hareketle Kategorilerin Kurulumu

Kategoriler şöyle kuruluyor: Anlama Yetisinin içerisinde ve kökünde Ich denke/Cogito/I think/Düşünüyorum diye ifade edilen yalın bir tasarım var. Bu saf düşünme analitik bir tasarımdır ve bir düşünme actus’una işaret eder. Bu düşünme edimi, Kurgulama Yetisi (Einbildungskraft) ile bir araya geldiği zaman, Görünüşlerin içerisindeki çok katlılığın “üzerinden geçiyor, bunu ele alıyor ve bağlıyor”. Yani uzay ve zaman kalıplarının duyum (Empfindung) ile birleştirilmesinde (Kurgulama Yetisinin bir başka synthesis’i) ortaya çıkan saf çokkatlılığı Kurgulama Yetisi Cogito ile birlikte syntezliyor diyesim bir araya getiriyor. Bu “transzendental saf synthesis” ile birlikte ortaya notio denilen “conceptus purus”lar (saf kavramlar) diyesim Kategoriler çıkıyor. Başkaca ifade edersek: Görünüşlerin içerisinde çokkatlılığın synthetik bir birliğe getirilmesi ve bunun denken actus’u ile birleşimi bana Kategorileri veriyor. Uzayın çokkatlılığının üzerine eklemlenen Zamanın çokkatlılığından hareketle Kategoriler kuruluyor. İmdi Zamanın çokkatlılığı görünüşlerin içerisinde var ve bu çokkatlılık Cogito ile birleştirip saf kavramlar yani Kategoriler kurulduktan sonra, bu kurulan Kategorileri yani kuralları Yargıgücü (Urteilskraft) aracılığıyla Görünüşlerde kullanabiliriz. Yargıgücünün buradaki işi hangi Kategorinin önümüze gelen hangi Görünüşü kalıplamada kullanılacağını çıkartmaktır ve bu iş asla gelişigüzel kotarılan bir iş değildir. Yargıgücü Kategorinin içerisindeki kuralı yakalar ve bu kurala uyan Görünüşü upuygun biçimde Kategorinin altına getirir (Subsumsion). Böylece Görünüşler, Kategoriler aracılığıyla “düşünülür”. Kategoriler Görünüşlere “a priori” bağlanır, nitekim her bir kategori Görünüşlerin içerisinde bulunan ve Kategorinin ondan hareketle kurulduğu biricik saf çokkatlılığı düşünür, ona bağlanır. Yargıgücü kurulmuş kategorinin kuralını yakaladıkta, örneğin Substantia-Accidens kategorisinin kuralını çıkarttıkta (bu kural kalıcı olanın ve geçici olanın yakalanması işidir), Görünüşlerin içerisindeki bu kurala uygun tüm çokkatlılıkları yakalar ve Kategorilerin altına getirir.

Kategorilerin Kurulumu ve Kullanımı

Bu son kısmı ve özellike üçüncü ipucuyu başka bir ders içerisinde daha ayrıntılı biçimde ele almamız gerekebilir. Kant da metnin ilerleyen kısımlarında bu işi yani Kategorilerin Görünüşlere nasıl bağlandığını daha ayrıntılı biçimde ve yeniden ve farklı bakımlardan ele alacak. Ne ki biz Kategorilerin nasıl kurulduğunu ve ne demeye geldiklerini çözemezsek, Kategorilerin Görünüşlere nasıl [a priori] bağlandığını ve Görünüşlerde nasıl geçerli olabildiklerini de çözemeyeceğiz.

Kategori her öteki kavram gibi bir kurala işaret eder. Bu kural saf bir kuraldır, diyesim Kurgulama Yetisinin uzay ve zamanın çokkatlılığından hareketle, bunların üzerinden geçerek, bunları ele alarak ve bağlayarak ortaya koyduğu bir kuraldır. Bu saf çokkatlılık Görünüşlerin içerisinde bulunduğu sürece, Kategoriler bir kez kuruldukta, bu saf çokkatlılığı biz Kategorilerin altına getirebiliriz (Subsumsion). Bu “altına getirme” işi (Subsumtion) üzerine Schematismus (Şematizm) başlıklı kısımda tekrar konuşacağız.

Yukarıda Einheit’ın (Birlik) çokanlamlılığından söz ettiydik. Buna göre Einheit (Birlik) 1. farklı tasarımları iç içe geçirmektir; 2. bir araya getirme ve bunların bir sınırını çizme işidir; 3. Akıl (Vernunft) denilen yeti söz konusu olduğunda ise mutlak anlamda bir Birlik’ten (absolute Einheit) söz etmek gerekir. Bu sonuncunun ne demeye geldiği ilerde açık kılınacak.

Demek ki Denken (saf düşünme) kurgulama yetisi aracılığıyla deneyimi düşünmeye yarayan oniki (12) kural ortaya koyabiliyor. Burada bilgimizin sınırlılığına işaret etmek gerek, sözgelimi şu sorunun yanıtı Kant’a göre verilemez: niçin oniki kural diyesim oniki kategori var da onbeş ya da yirmibeş kategori yok? Bizim düşünmemizin, duyumsama yetimizin kurallılığının ve kurgulama yetimizin sınırlılığı bu şekilde. Yeti=Vermögen, facultas: Bir şeye olanak tanıyan bir yapı. Bir şeye olanak tanıyan bir yapı olarak Yeti (Facultas, Vermögen) şu demeye gelir: çok belli bir şeye olanak tanıyan ve bunu yaparken başka şeylere olanak tanımayan yapı. Yeti her zaman bir sınırlılık imler. Duyumsama Yetisi düşünemez, Düşünme yetileri göremez, duyumsayamaz. Dolayısıyla burada Duyumsama Yetimin sınırlığı, Düşünmemin ya da daha güzel ifade edildikte Görünüşleri düşünmemin sınırlarını da çiziyor. Kategorilerin Görünüşler üzerinde geçerli olmasının nedeni Kategorilerin Görünüşlerin saf kısmı aracılığıyla kurulmuş olmasıdır. Kategoriler bu yolla ve bu tarzda kurulmuş olmasalardı, Görünüşler üzerinde hiçbir biçimde geçerli olamayacaklardı. Ne ki onların Görünüşlerle olan bu sıkı iç bağı, kategorilerin Görünüşler dışında başka hiçbir nesnede kullanamayacağını, Kant’ın ifadesi ile Kategorilerin “transzendental bir kullanımının” olamayacağını da bize göstermekte. Kategorilerin transzendental bir kullanımının olmaması Kategorilerin “şeylerin kendileri”nde (=Dinge an sich) geçerli olmadıkları anlamına gelmektedir ve bu belirleme, Kant’ın, kendisinden önce gelen pek çok düşünüre getirdiği “sınır aşma/ihlal, sofistik çıkarım ortaya koyma” suçlamasının gerekçelendirilmesinin temelidir.

“Şimdi baştan alalım”.