Categories
Kant Modern Philosophy Saf Aklın Eleştirisi

Kant, KrV (Saf Aklın Eleştirisi) “Kategorilerin Transzendental Deduktion’u” § 15, 16, 17 | Ders 12

İmdi Anlama Yetisinin transzendental ve saf kavramlarının, deneyim nesneleri üzerinde hangi hakla kullanıldığını Kant ile birlikte anlamağa çalışacağız. Burada ilkin, “Deduktion’a Geçiş” kısmında karşımıza çıkan karşılaştırmayı, yani Duyumsama Yetisi içerisinde bulunan kalıplar (uzay ile zaman) ile Anlama Yetisi içerisinde bulunan kalıpların (kategorilerin) çok belli bir bakımdan karşılaştırılmasını anımsamakta fayda var. Nitekim bu karşılaştırma aynı zamanda bir uyarı niteliğinde. Buna göre, Görünüşlerin (Erscheinungen) içerisinde, uzay ile zamanın kullanılmasındaki zorunluluk, Kant’a göre görece açıktır. Niçin? Tam da şundan ötürü: Uzay ile zamanı Görünüşlerden uzaklaştırdığımızda, Görünüşler adeta “çöker”; artık kurulamaz olur. Uzay ile zamandan bağımsız Görünüşler hiçbir biçimde kurulamaz. Bunlar olmadan “nesne bize verilemez” ve “görünemez”. Bundan ötürü, uzay ile zaman denilen bu saf bakma kalıplarının kullanılmasındaki zorunluluğa işaret etmek görece kolaydır. Ne ki, bir nesnenin bize “verilmesi” (bir tasarım olarak, bir Görü olarak kurulması) o nesnenin nesne olarak yakalanması için ve bilinmesi için yeterli değildir. Kategorilerin Görünüşler üzerinde kullanılmasındaki zorunluluğa işaret etmek ise -uzay ve zaman ile karşılaştırıldıkta- son derece güçtür. Kategorilerin “nesne” ile ne gibi bir bağlantısı var? Uzay ile zaman nesnenin görünmesine, verilmesine yarıyordu; peki kategorilerin “objektiv” yanı nedir? Kant’ta ne “objektiv”in “nesnel” ne de “subjektiv”in “öznel” diye karşılanabileceğini daha önce de belirttiydik. Objektiv: nesneye ilişkin, nesneye özgü ve nesne hakkında; subjektiv: özneye ilişkin, özneye özgü ve ona ait; özne hakkında demeye geliyor. Herhangi bir zihin kurgulaması hem “objektiv” hem de “subjektiv” olabilir. Bu şu demeye gelir: öznede karşımıza çıkan ya da özneden hareketle yakaladığımız bir şeyin nesnede kullanımı ve geçerliliği de olabilir. Nesne dediğim şey zaten zihnimde bir tasarım. O halde, subjektiv olan yani öznede yakaladığım, özne için söylenen kategorilerin, aynı zamanda objektiv olduklarını söylemek mümkün mü? Kategorilerin nesne diye kurduğum tasarımlar ile bir bağlantıları var mı? Varsa, bu bağlantı zorunlu olabilir mi? Kategoriler nesnede kullanılabilir mi? Eğer zorunlu-objektiv bir bağlantı varsa bu şu demeye gelir: bunların nesnede kullanılması zorunludur. Kant Kategorilerin yani Subjekt’in içerisinde bir tarzda kurulan bu synthetik yapıların, aynı zamanda objektiv olduğunu düşünmekte. Demek ki bu subjektiv yapılar, nesne için de geçerli ve söz konusu. Ne ki buradaki zorunluluğa işaret etmek, bunu açmak hiç kolay değil. Nitekim Kategoriler hiç kullanılmasa bile, Görünüşler tastamam kurulabilir. Kategorilerin, Görünüşlerin kurulmasına hiçbir katkısı yoktur, ama yine de bunların objektiv yani nesneyle ilgili bir tarafı vardır. Dahası, bunların nesne ile bağlantısı zorunludur. İşte bu bağlantıyı yakalamak ve serimlemek hiç kolay değildir. Kategorilere ilişkin bir Deduktion verilmesinin nedeni de tam da budur.

Bu Deduktion’u açıklarken Kant’ın ereğini ve temele yerleştirdiği şeyi gözden kaçırmamak gerekiyor. Nitekim pek çok başka felsefe metninde olduğu gibi burada da, başlangıçta yerleştirilen erek, metnin içine girildikte ve temelendirmeler içerisinde yol alındıkta unutulur. Dahası bu kısımda Kant bize daha önce verdiği ipuçlarından hareketle kategorilerin nasıl kurulduğunu da -en azından açık biçimde- anlatmamakta. Buradaki temel dert, kategorilerin nasıl kurulduğu değil nasıl kullanıldığı ya da kullanımlarındaki zorunluluk: kategoriler nasıl oluyor da nesnede geçerli ve hatta nesne için zorunlu olabiliyor? Biz eğer kategorilerin kullanılmasındaki zorunluluğu yakalayabilirsek, Kant’ı sıkı takip etmiş olacağız. Bunu uzay ile zaman için yaptıydık: Bunlar Newton’ın sözünü ettiği gibi, ayrı başına varolan, mutlak birer şey (res) değildi. Bunlar bizim bakma a priori bakma tarzımız, saf bakma kalıplarımızdı. Saf olan bir ögenin empirik bir kullanımı da olabiliyor. Nitekim uzay ile zaman saftır ama “empirik realite”ye iyelerdir; diyeceğim duyumsamadan ve deneyimden başka hiçbir yerde kullanılamazlar; deneyim ve duyumsama dışında hiçbir “imlem” ve “anlama” iye değildirler.

İlkin başlıklara dikkat çekerek ve bunları birbiri peşi sıra yerleştirerek işe başlamak gerekiyor. Bu nereye doğru gittiğimizi de açık kılacak. §15. Kısımın başlığı söyle: “Genel Olarak Bir Bağlantının Olanaklılığı Üzerine”. §16. Kısım: “Kök-synthetik Apperzeption Birliği Üzerine”; §17. Kısım: “Synthetik-Apperzeption Birliğinin Temel Önermesi, Her Anlama Yetisini Kullanımının En Üst İlkesidir.” “Her Anlama Yetisi Kullanımı”? Yani empirik, saf ya da transzendental her kullanım. Kant burada kategorilerin objektiv olup olmayacağını sorgularken konuyu son derece geniş bir biçimde ele alıp bizim için genel olarak bir şeyin objekt diye adlandırılması nasıl olabiliyor diye sormakta. Buradaki dert bir şeyin objekt olarak “görünmesi” değil, bizim onu objekt diye yakalamamız. Bu nasıl söz konusu oluyor? İlkin objekt‘in çok anlamda söylendiğini belirtmek gerekiyor. Genel olarak objekt ile, empirik ya da saf kavramları (geometrinin nesneleri) olan tek tek nesnelerin arasında bir ayırım var. İlkini kavramak için subjekt’in objekt’ten nasıl ayrıldığını da sormak gerekiyor. Bu saydığımız türden nesneleri ele aldıktan sonra başka türden nesnelere gidecek Kant. Bunlar “deneyim nesneleri”dir. Deneyim nesneleri, deneyim nesneleri olarak nasıl belirlenmekte? Burada Kategorilerin kullanımı karşımıza çıkıyor. O halde karşımızda üç ayrı soru var: 1. genel olarak bir şeye objekt demek nasıl söz konusu olabiliyor?; 2. farklı düzeylerde objekt’lerin objekt diye adlandırılmaları nasıl olmakta?; 3. Deneyim nesnelerinin deneyim nesneleri olarak belirlenmesi ya da işaretlenmesi nasıl oluyor? Çerçeve tam da bu üç soru ile belirlenmekte. Bu sorulara verilen yanıtları sıkı takip edebilirsek son uğrakta (kategorilerde) Kant’ın gördüğü zorunluluğu da yakalayabiliriz.

İmdi biz nesneden nasıl söz edebiliyoruz? “Söz edebilmek”? Evet, nitekim bu kısım yani Anlama Yetisinin alanı sözün (logos/Logik) ve kavramın olduğu kısım. Duyumsama Yetisi ise sözden tamamen bağımsız bir alana (aneu logou) işaret etmekteydi. Nesne, duyumsama yetisi aracılığıyla “bize veriliyor” ve bizim için bir görü ya da görünüş olarak kuruluyor. Ne ki nesnenin bir görü ya da görünüş olarak karşımıza çıkması bizim nesneyi tanımamız anlamına gelmiyor. Hatta nesne salt görünmekle, bizim için asıl anlamda nesne de olamıyor. Bir şeyin upuygun ve asıl anlamda nesne olması için Anlama Yetisinin bir “yönlendirmesine” ihtiyacımız var. Bizim zihnimizde bir tasarım olarak beliren nesne, nesne olduğunu hiçbir zaman bize düşündüremez. “…[B]ağlantı nesnelerde değildir,…, o yalnızca anlama yetisinin yürüttüğü bir iştir.” (KrV, B 134-135) Anlama Yetisinin yaptığı bu işin, bu kök bağlantının ise “pek çok sonucu vardır” (B 133 vd.).

“Genel Olarak Bir Bağlantının Olanaklılığı Üzerine” başlıklı §15. kısımda ilkin şu dikkatimizi çekmekte: burada uzay ile zaman yerine uzayın ya da zamanın “çokkatlılığı” (das Mannigfaltige) ya da bir “saf çokkatlılık”tan söz ediliyor. Bu bir duyumsama yetisi çokkatlılığıdır. Her çokkatlılığın, duyumsama yetisinden çıkması zorunlu değil. Nitekim kavram da bir çok katlılığa işaret eder: kavramların içerisinde farklı kavramlar, tasarımlar vardır. Ama kavram ancak ve ancak Anlama Yetisi içerisinde kurulabilir. “İster duyumsama yetisinin empirik bir çokkatlılığı olsun…” (farklı renkler, dokunmalar vd.) “ister saf çokkatlılık olsun…” (biçimler) ister bir kavram çokkatlılığı olsun bir bağlantıya (Verbindung) getirilmelidir. Bağlantı işi duyumsama yetisi işi değildir. Bağlantıyı her zaman Anlama Yetisi verir. Bir görü çokkatlılığını bağlantıya getirmek için, “üzerinden geçmek” ve biraraya getirmek (synthesis) gerekir. Synthesis (syn-thitemi) iki biçimde söylenir: 1. iç içe geçirmek; 2. yan yana koymak, yerleştirmek. İkincisi daha çok görü çokkatlılıkları için söylenir; birincisi ise genelde kavram çokkatlılıkları için. Kant, B131’de “bağlantının tasarlanması” ifadesini kullanmakta. “Bağlantının tasarlanması” nasıl olmakta? Yani bağlantıyı düşündüren şey ne? Bağlantının tasarlanması ya da düşünülmesi “çokkatlılığının synthetik [verilmiş] bir birliğini” tasarlamaktır. Çokkatlılığın bağlantılı diye düşünülebilmesi için üzerinden geçilmesi ve bir şey ile adeta sıkıca tutturulması gerekir. Bu beriki, bir birliğe (Einheit/unitas) getirme işidir. O halde bağlantı için temelde üç şeye ihtiyacımız var görünüyor: 1. bağlayacağımız şeye yani bir çokkatlılığa; 2. bu çokkatlılığın synthesis’i yani yan yana yerleştirildikte bunun üzerinden geçilmesine; 3. yan yana yerleştirdiğimiz şeyin bütünübir olarak yakalanması ve “kapatılması” yani birliğe getirilmesine. O halde bağlantı (Verbindung)=çokkatlılık+synthesis+birlik (unitas) olarak ifade edilebilir. Peki bu nasıl bir birlik? Bu, niteliksel (qualitativ) bir birliktir yani bir bütünlük verme, sınır verme işidir. Peki bağlantıya getirdiğimizde ne olmakta? Bu biraraya getirme işi bizim için son derece temeldir, çünkü biraraya getirdiğimizde en temelde “kavramlar” denilen yapıları kurarız. Kant’ın kendisinin buna verdiği son derece yalın örnek bir conceptus communis yani bir “ortak kavram” olan ‘kırmızı’dır. ‘Kırmızı’ bir kavramdır ve çokkatlı bir yapıdır (kavramın kendisinin bir rengi yoktur), ama bu tasarım içerisinde öyle bir kural barındırır ki, kişi nerede kırmızı görüsü ile karşılaşırsa orada –bu kavram aracılığıyla– “kırmızıdır” der ya da diyebilir. Biz her an Görünüşleri kurarken bunlara salt resimler olarak bakmayız, görünüşler kuruldukça biz bunları –her an– farklı kavramların ve ‘düşünce’nin altına getiririz, bunları “belirleriz” (determinatio). Bir Görünüşe salt Görünüş olarak bakmak bizim için söz konusu değildir. Kant burada farklı “nesne kavramları”ndan söz etmekte. Biz her defasında Görünüşlere bir “nesne kavramı”nın altında bakarız ve onun aracılığıyla görüleri düşünürüz. Sözgelimi “kalem”. Tek tek nesneleri yakalamak böyle oluyorsa, görünüşleri “genel olarak obiect” diye yakalamak nasıl olmakta? Anlama Yetisinin, Duyumsama Yetisinin ürünleri içerisinde her an bağlandığı kimi şeyler vardır. Bunlar onun farklı düzeylerdeki kavramlarıdır. Sözgelimi her an empirik kavramları aracılığıyla kimi görülere bağlanmaktadır. Anlama Yetisinin kavramlar altına görüleri getirmesi, onun bunları spesifik nesneler kılması ve bunların spesifik nesneler olarak yakalanması da demektir. Burada olan şey hem ayırdına varma hem tanıma hem belli bir kavram altında yakalamadır. İşte bu “tanıma” işinde karşımıza Apperzeption (ad+perceptio) çıkmakta, yani “bir duyumsamanın duyumsanması”. Biz görünüşleri kavramlar altına (bunlar ister empirik ister saf ister transzendental kavramlar olsun) getirdiğimizde duyumsadıklarımızı duyumsayabiliriz. “Çizgi” kavramının altına getirdiğimiz çokkatlılıkla bir çizgiyi tanırız, yakalarız; bir çizginin ayırdına varırız. Böylelikle, bir Görünüş asıl anlamda bir nesne haline gelir ve böylece yakalanır.

§ 16. Kısımın başlığı ise şöyle: “Kök-Syntetik Apperzeption Birliği Üzerine”. Bu en temelde, en kökte yatan ve syntetik olarak verilen Apperzeption Birliğidir. Burada başlık hem nesne olan genitiv hem de özne olan genitiv olarak alınmalı. Dolayısıyla burada hem Apperzeption‘un verdiği kök-synthetik birlikten hem de Apperzeption oluşturan synthetik birlikten söz edilmektedir. Burada Kant, Descartes’tan da hareketle cogito/ich denke/I think/düşünüyorum edimini zihnin en temeline yerleştirmektedir. Anlama Yetisinin en temelinde henüz nesnesi olmayan, çokkatlılık barındırmayan, henüz hiçbir şeyi içerikli olarak düşünmeyen bir “düşünme” (reines Denken) vardır. Bu bir “düşünüyorum” edimidir. Bu edimin kendisine ilişkin bir gerekçelendirme (Deduktion) vermeye de gerek yoktur. Nitekim Aristoteles’in de dediği gibi her şeye ilişkin bir tanıtlama verilmez, kimi şeyler “örneklere gitme aracılığıyla (epagoge) yapılan birlikte-bakma (synopsis) sonucunda” (Aristoteles, Metafizik, Th. 1048a 36) apaçık kavranır. Ich denke/cogito/ düşünüyorum ediminin zihnin içerisinde olduğu Kant’a göre “fiziksel” olan bir şeydir yani bir olgu meselesidir. Olgu “zihnin dışında olan şey” demek değildir; tersine, olan ve olduğu apaçık olan şeydir. Bizim zihnimizde bu türden temel bir “düşünüyorum” ediminin olduğu apaçık bir şeydir, ne ki bu edimden hareketle kurulan yapıların kullanımlarındaki haklılığı serimlemek için bir Deduktion verilmesi gerekmektedir. “‘Düşünüyorum’, benim tüm tasarımlarıma eşlik edebiliyor olmalıdır.” (B 132). Böyle olmasaydı “bende öyle bir şey tasarlanırdı ki hiçbir biçimde düşünülemezdi, hatta benim için tasarım olanaksız ya da hiçbir şey olurdu.” (ibid.) Burada Kant, Anlama Yetisinin öteki tüm kullanımlarının onun üzerine kurulduğu bir kök synthesis’ten söz etmekte.Bu synthesis’i gerçekleştiren şey Anlama Yetisinin kök kısmı yani ich denke/cogito/düşünüyorum edimidir. Anlama Yetisinin “kendiliğindenliği” (Spontaneität) de tam bununla ilişkilidir. Kant cogito‘ya “saf Apperzeption” da demekte. Ne ki her Apperzeption bir şeyin ayırdında değildir, her Bewußtsein (consciousness) bewußt (conscious) değildir. Zihnin kökünde bulunan bu “düşünüyorum” edimi henüz hiçbir şeyin ayırdında değildir ama her şeyin ayırdında olmanın olanaklılığını taşır. O olmadan hiçbir şeyin ayırdında olunamaz. Nesnenin olduğunu yakalamak için ve dahası kendime ilişkin bir Bewußtsein (ayırdında-olma) kurmak için ich denke/cogito/düşünüyorum edimi ile yapılan synthesis zorunludur. Dolayısıyla bu sözcüğü yalınkat “bilinç” diye karşılamak problemli görünüyor.

Duyumsama Yetisinin ürünlerinin Görünüşler olduğunu ve bunların birer tasarım olduğunu belirttiydik. Bu tasarımların ayırdına varılması için bir Anlama Yetisi yönlendirmesi (Verrichtung) gerekmektedir. Anlama Yetisi her an tasarımlar geldikçe ich denke/cogito/düşünüyorum edimini tasarımların içerisine yerleştirmektedir. Dolayısıyla tüm tasarımlar ich denke/cogito/düşünüyorum edimi ile yapılan synthesis’ten geçmektedir ve ich denke/cogito/düşünüyorum edimi bunlara yedirilmektedir. Bu şu demeye gelmekte: tasarım+ben=benim tasarımlarım (Vorstellungen+ich denke= meine Vorstellungen.) Duyumsama Yetisinin tüm çıktısı adeta “ben” ile işaretlenmektedir, bu işaretleme synthesis tarzında bir işaretlemedir. Kant B133’te şöyle diyor: “Bu kök bağlantıdan çıkan pek çok sonuç vardır.”

Bu sonuçlardan biri şudur: bunlar “benim” tasarımlarım ise şunu demek de söz konusu olur: “bunlar vardır” ve “ben varım” (ego sum/ich bin/I am/ben varım). Burada ben hem kendimin ayırdına varmaktayım hem de bir bütün olarak “obiectum”un (nesnenin) ayırdına varmaktayım ve dolayısıyla obiectum ile subiektum‘u birbirinden ayırmaktayım. Gördüğüm şeyler olarak tasarımların, benden ayrı şeyler diye düşünülebilmesinin koşulu ich denke/cogito/düşünüyorum edimini tasarımlar geldikçe (“bize verildikçe”) bunlara yedirmektir. Ancak bu synthesis aracılığıyla kişi “ego sum” (ben varım) ve “id est” (o var, nesne var) ve benden ayrıdır diyebilir. Nitekim dışarıda diye görünen nesnelerin zihinden ayrı ve bağımsız olması zorunlu değildir. Bunu daha önce de belirttiydik. “Dışarıdalık” ilişkisi “zihinden bağımsız olmaklık” imlemez. Ne ki dışarıda diye gördüğümüz şeylerin tamamı Kant’a göre birer tasarımdır. Ama bununla birlikte hiç kimse gündeliklikte bu “zihindeki tasarımları” sözgelişi bir kalem görüsünü zihninin içerisinde diye düşünmez; tersine, kendisinden ayrı bir nesne diye düşünür. İşte bunu düşündürten şey Anlama Yetisinin bir yönlendirmesidir. Demek ki nesne ile özne arasındaki ayırım, her tasarımın içerisinde ich denke/cogito/düşünüyorum edimini yerleştirerek ve yedirerek kurulmakta. Demek ki genel olarak, her “nesne” tasarımının içerisinde ich denke/cogito/düşünüyorum edimi vardır. Nitekim bir şeyin nesne diye belirlenebilmesi için, o tasarımın içerisine bu edimin yerleştirilmesi gerekir. Nesne (obiectum/antikeimenon/Gegenstand), karşıma fırlattığım/yerleştirdiğim/koyduğum şeydir. Nesneyi karşıma fırlatılmış bir şey olarak düşünebilmemin “olanaklılığın koşulu” tasarımlarıma “düşüyorum” edimi yedirmek ve bunun aracılığıyla tasarımlarımın ayırdına varmaktır.

O halde genel olarak nesne kavramının içerisinde ich denke/düşünüyorum/cogito edimi bulunmakta. Bir şeyin subjekt’ten objekt olarak ayrılabilmesi için ich denke/cogito/düşünüyorum actus zorunlu ise, düzey düzey ve farklı tarzlarda yakalanan ve kurulan objekt’lerin tamamında ich denke/cogito/düşünüyorum ediminin kullanılması zorunludur. Nerede bir nesne kavramı varsa, o kavramın içerisinde ich denke/cogito/düşünüyorum edimi vardır. O halde empirik kavramlara yeniden bakalım. Kalem kavramının içerisinde de bu kavrama bir unitas/Einheit (birlik, bütünlük) veren şeyin kendisi ich denke/cogito edimidir. Tek tek durumlarda duyumsayarak kurduğum birbirine benzer türdeki çokkatlılıklardaki ortak olanı yakaladıktan sonra bir kural olarak Anlama Yetisinde birleştiririz, synthesis yaparız. Ne ki bu çokkatlılıkları bir özellik (Merkmal) üzerinden biraraya getirdikten sonra bir de ich denke/cogito/düşünüyorum edimi ile birlik (unitas) veririz. Böylece ortaya bir nesne kavramı çıkar. Örneğin “kalem”. Kalem kavramı bir kez kuruldukta, benzer görüleri (yargıgücünün de yardımı ile) bu kavramın altına getiririz ve “x, y, z kalemdir” deriz. Demek ki bir şeyin herhangi bir düzeyde bir objekt olabilmesi için (ister saf olsun, ister empirik, ister transzendental), nesne olarak yakalanması, tanınması, ayırdına varılması ve “benim için nesne haline gelebilmesi için” ich denke/cogito/düşünüyorum edimi ile synthesis yapılması gerekiyor. Ama en kökte yapılan synthesis temelde subjekt ile tüm objekti (tüm Görünüşleri) ayıran syntesis’tir. Bu synthesis “kök-synthetik Apperzeption Birliği”ni veren synthesis’tir. Eğer genel olarak Görünüşleri kendi zihnimizden ayrı diye düşünemezsek, tek tek nesne kavramlarını da kuramayız. Saf kavramlar söz konusu olduğunda da (örneğin “çizgi kavramı”) saf çokkatlılıklar yan yana getirilir ve yine ich denke/cogito/düşünüyorum edimi ile birliğe getirilir. Görünüşler alanına bir çizgi çizmekte olan kişi zaten çizgi kavramına iyedir ve çizmekte olduğu “çizgideki birlik aslında kavramın birliğidir”.

Kant B 137 ve devamında bize “nesne”nin önde gelen tanımını da vermekte. “Genel olarak konuşmak gerekirse, Anlama Yetisi, bilgiler olanaklılığıdır.” “Bilgiler Yetisi” demesinin nedeni şu: Anlama Yetisinin yaptığı iş hep “genel olan” ile bağlantılıdır. Genel olanın, synthetik olanın kurulması –Kurgulama Yetisi/Einbildungskraft ile birlikte– Anlama Yetisi tarafından yapılır. Anlama Yetisinin birlik verdiği yapılar “düşünme” ile biraraya getirilmiş yapılardır. Kant devam ediyor: “Bu ise kimi belli tasarımların bir nesne ile bağlantısında yatar.” Peki nesne nedir? Nesne yalınkat karşımızda beliren, görünen şey değildir. Nesne Kant’a göre bir kavrama bağlı olan farklı farklı tasarımlardır. Kavramı kuruldukta, belli bir görü bizi “kavramına götürür”. Nesne, çokkatlı, birliğe getirilmiş ve kural içeren bir kavramdır. Nesne “kavramında verili bir görünün çokkatlılığının birleştirildiği (vereinigen) şeydir.” Kavramın kurulması da ancak ve ancak ich denke/cogito/düşünüyorum ediminin yaptığı synthesis ile olanaklı idi. O halde her türden düzeyde nesnenin/obiektum’un kurulması da bu edime bağlıdır. Bunlar olmadan hiçbir şey benim için “nesne haline gelmez”. Her türden kavramın içerisinde (empirik, saf ve transzendental) ich denke/cogito/düşünüyorum edimi zorunlulukla vardır. Kategoriler de deneyimle bağlantılı kavramlardır, deneyimi kuran saf kavramlardır. Kategorilerin nasıl kuruldukları üzerine daha sonra konuşacağız, nitekim bunlar birer idea innata değildir. Kategoriler, deneyim nesnelerinin kavramlarıdır ve görünüşlerin içerisindeki kimi şeyleri bizim için nesne kılmaktadırlar. Görünüşlerdeki kimi yapıların deneyim nesneleri olarak yakalanmaları için kategorilerin altına getirilmeleri zorunludur. Nasıl ki genel olarak tüm Görünüşlerin obiektum olarak adlandırılması ve ayırdına varılması için ich denke/cogito/düşünüyorum edimi ile synthesis yapılması zorunluysa, kategorilerin içerisinde de hem bu edim vardır hem de kategorilerin her birine özgü olan transzendental içerikleri vardır. Bir empirik kavram olan “silgi”nin nesne kıldığı görünüşü yakalamak görece kolaydır, ama neden-etki kavramlarının zorunlulukla nesne kıldığı görünüşleri yakalamak hiç de kolay değildir.

Kant R. 5934‘de söyle demekte: “Tüm Görünüşler, kategoriler altında durur. Uzay ile zaman bizim için görüdeki bağlantı (Verbindung) kalıplarıdır ve bunlar (uzay ile zaman) kategorileri in concreto yani tek tek durumlarda uygulamaya yarar.” Demek ki uzay ve zaman, kategorilerin onlara a priori bağlandığı nesnelerin temelini vermekte. Bu, bundan sonra üzerine konuşacağımız pek çok kısım için son derece önemli bir ipucu gibi görünmekte.

Demek ki kavramların temeli de olan ich denke/cogito/düşünüyorum edimi ile genel olarak nesne ile özneyi birbirinden ayırabiliyoruz. Daha dar alınan nesne kavramlarının da temelinde yine bu edim aracılığıyla yapılan synthesis yatmakta. Bu kısımda bunları belirlemiş olduk.

Categories
Modern Philosophy

The Ultimate Content of The Human Will: Annihilation of the Self

How Michael Schur’s “The Good Place” Tackles Prominent Problems of History of Philosophy

I was to a considerable degree skeptical when a very close friend of mine suggested at the end of last summer that I should “definitely check” this Netflix Show about “afterlife”, called “The Good Place”, which apparently had a moral philosophy professor as one of its characters (something my friend thought would interest me) and occasional references to Immanuel Kant (something that would surely interest me since I am what they call a “Kantian freak”) . I am not a “moral philosopher” nor I am absolutely convinced there should be one, meaning I tend to agree with Aristotle who claims that deliberating about possible courses of actions is a way of thinking that is not peculiar to philosophy, since that sort of thinking is about particulars, and philosophy thinks not about what is particular but about the general, the concept. Philosophy asks for instance “what is justice?” and sets out to inquire about the limits of this concept and tries to come up with a solid answer or rather a “firm standing point” (“episteme” in Greek). The person, on the other hand, who is thinking about particulars or deliberating about matters that can be one way or another, is doing a different kind of thinking, which cannot be righteously called “philosophical”. Aristotle named the person who partakes from the latter kind of thinking phronimos (the one who has practical wisdom) and thought that only when the philosopher provided her “what is general” meaning the definition of certain concepts  -and also when she has enough experience in particular things- she would be able to discern about actions, and finally aim at the right or the just action. That is the reason why I do not consider discussions about the “Trolley Problem” for example philosophical since they pertain to thinking about practical matters, i.e. different courses of actions, and thinking about actions always requires a real event: something that has really happened, not a “thought experiment”. I was quite convinced and -apparently to a certain extent prejudicially so- that the show would include many things I would not give my assent to philosophically but by December 2020, I let my guard down and decided to hop in. In the pilot episode in which we are introduced to “the good place” we are told by the demon-architect played by Ted Danson that even Mozart is in “the bad place”, i.e. in hell. (Ted Danson is one main reason why I kept watching the show for in whatever scene he appears, he acts as if he is teaching how to act at the same time. His gestures, moves, his articulation and tone of voice make one think that these are parts of an actual drama lesson.) Later in the same episode in what is supposed to be a welcoming party for newcomers to heaven, we hear in the background a short tune being played from Mozart’s Zauberflöte (“Der Vogelfänger bin Ich ja!”). The fact that Mozart was in hell while his music was being played in heaven did not intensify my initial skepsis about the show as it should have probably, but I thought there could be something to it and I nevertheless continued watching.

The Magic Flute – ‘Der Vogelfanger bin Ich ja’ (Mozart; Roderick Williams)

I did even find out that there was an episode entirely dedicated to the “Trolley Problem” but even that did not upset me much, for problems posed by contemporary analytic philosophy were by no means elaborated in a vague or naïve way by the show. They were being dealt with rigorously (Kudos to the writers and the brilliant philosophers who counselled them.) Even though it did not represent a way of philosophizing I would generally follow or prefer, I sincerely enjoyed the topics and the problems covered by “The Good Place”. However, as I kept watching and neared the end, I stumbled upon something that was not openly discussed as a philosophical problem under a distinct heading but something in the plot that indeed took my attention as a theoretical philosophical matter: the problem concerning the faculty of “will”. What is peculiar about the faculty of will is that, it only became “popular” later in the Middle Ages and Modern Philosophy, with the particular efforts of philosophers like Don Scotus, Descartes, Spinoza and finally Kant. These philosophers attached the will an importance almost impossible to find in ancient Greek philosophy. For instance Descartes claimed in his Meditations on First Philosophy that it was with respect to the faculty of will (“voluntas” in Latin) that we could be said to resemble God. “We were created in his image” actually meant for Descartes that not any other faculty (not sensation, imagination, memory, not even the understanding or reason) in us but only this one, namely the will was truly godly. It is true for him that for everything we have in us as an effect, we should seek a direct or indirect cause in God (or rather him as a cause), but almost every faculty we happen to find in ourselves is -with regard to its possibilities- a limited version of what God had in itself. It was only this one faculty in us, he claimed, namely the will, which was no different than its godly counterpart. Of course, God had a much wider spectrum of objects, meaning his choice of objects was boundless, also the power attached to his will was much greater: we certainly couldn’t but he could do as he will, but “formally and eminently” Descartes says, our will and God’s will do not differ. This is actually a turning-point in the history of philosophy for long before Early Modern Philosophy (and its true background the Middle Ages), the Ancient Greeks, especially Plato and Aristotle considered that it could be nothing else in us but reason (“nous” in Greek) that made us look occasionally godlike or that which could be considered godly. Attaching the faculty of will a higher importance reaches a secular peak in Kant, who claims that the will when determined by reason (“Vernunft” in German) but not by the Understanding (“Verstand”) becomes the “pure will” or “the good will”. This pure will, according to him is what gives us our true value and it is on account this faculty that our true dignity as human beings finally appears.

Meditationes de Prima Philosophia

To go back to the show, as events unfold we find out that our characters are not in fact in the good place but this seemingly blissful environment is actually a version of the bad place specially tailored to torture them. From then on it is a matter of getting to the real good place once and for all for all of them, and in order to achieve that, they work on those morally problematic sides or attitudes that brought them in the bad place in the first place. However, once a place is secured for all of our characters in the actual good place, and after the initial ecstasy over the prospect of “eternal happiness” cools down, they realize that the residents of heaven that settled long before them seem bleak, without lust for any action or contemplation. Even Hypatia of Alexandria, the Neo-Platonist philosopher whom we are really happy to discover to be in the “Good Place” seems she has lost her course, doing nothing but indulging in perfect heaven-made milkshakes, unsure whether the sign on her T-shirt is a number or a letter. What has left even one of the sharpest minds that has ever lived on the planet dull is that, after a certain point, the faculty called “will” does not stretch out for an object anymore, it is only there formally but materially it is empty, it has no content. It has been determined so many times in the course of so many years or “Bearimies” (The show informs us that time according to us is different than time in the afterlife which is amusingly called “Jeremy Bearimy”.) that it reached a point where it can no longer be determined, meaning it cannot have an object anymore. The problem with this is that when the will has no object, we human beings simply stop pursuing (or running away from) things. 

When the will is thus saturated, a state of inertness takes place in the mind and other faculties which interact with the will become idle gradually. Once the will cannot perform its task and can no longer be determined, there is no use left for any other faculty in us. Reason, understanding, imagination fade. Even sensation is left bare since there is no recognition under concepts: we cannot even tell the difference between numbers and letters when we sense-perceive them.

Our characters having observed this dormant state of heaven residents and probably not wanting to end-up like them decide to introduce some alterations to the afterlife and that’s when they come up with the idea of offering them one final matter of deliberation, namely to annihilate themselves “whenever they are ready”, shut down all bits of cognition: sensation, perception, apperception, imagination, memory, understanding, reason, every mental function or reception you can think of. Thrilled by this new object of deliberation, residents of afterlife one by one decide to annihilate themselves. They deliberate the option and they finally reach out for it. It is for the last time that their will is determined and they stretch themselves out towards something: their own end.

 The saturation of the will after so many “Bearimies” and wishes fulfilled is described by the residents of the good place as “a calm washing over” them, and that’s when they start deliberating the option of annihilation. And they eventually act on that final choice or what can be called the ultimate content of the human will: to put an end to its very self.

Apparently, when what Descartes describes as godlike in us namely the will finally fulfills its purpose and reaches its end, one decides to dismantle it, and along with it and starting from it every other faculty that is directly or indirectly related to it. However, if the choice is not among our options, then as faculties stop functioning, a general inertia settles in and we lose the Self anywise eventually.

“The Good Place” not only makes you contemplate about fundamental epistemological questions, it also lets you imagine and feel how the possibility of endless determinations of the will could turn out for the human mind and disposition.

–Lale Levin Basut