Kant’ın zihne bakışını bir tarzda yukarıdaki tablo içerisine yerleştirmeğe çalıştık. Zihin, tasarımlamaya yetili (vorstellungsfähig) bir olanaklılık. Kant “Tasarımlama Yetisi” (Vorstellungsfähigkeit) diye ayrı bir yetiden söz etmemekte. Zihin her yetisi bakımından tasarımlayabilen bir zihin. Ne ki zihnin farklı yetileri, türce farklı tasarımlar ortaya koymakta. Sözgelimi Duyumsama Yetisi (Sinnlichkeit), Anlama Yetisi (Verstand), Yargıgücü (Urteilskraft), Akıl (Vernunft) gibi yetilerin hep kendilerine özgü tasarımları ve ürünleri bulunmakta. (Bunlardan en sonuncusu yani “Akıl” (Vernunft), Saf Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft) başlıklı yapıtın ve Kant’ın tüm diğer yapıtlarının onun aracılığıyla yazıldığı yetidir.) Duyumsama Yetisinin kendine özgü tasarımları Görü (Anschauung/intuitio) diye adlandırılmakta nitekim Duyumsama Yetisi “görebilen ama düşünemeyen” (KrV, B 75) bir yetidir. Anlama Yetisi (Verstand) ise “göremez” ama “düşünebilir”; ve onun da kendine özgü tasarımları (Vorstellungen) vardır. Anlama Yetisinin çok özel tasarımlarına “Kavram” (Begriff/conceptus) denir. “Kavram” sözcüğü 17. ve 18. yüzyıllarda idea sözcüğü ile birlikte, çok geniş biçimde kullanılmakta: Descartes, Locke, Berkeley ve Hume (Bunlardan Hume, Enquiry‘nin II. Kısmına düştüğü dip notta Locke’u idea sözcüğünün kullanımını ve anlamını “saptırmak ve bozmak” ile suçlamaktadır.) idea sözcüğünü son derece geniş ve gevşek bir tarzda kullanmakta. Nitekim sözgelimi Locke, “zihnin düşündüğünde onlarla iş gördüğü nesnelere” (Essay Concerning Human Understanding, Book II, I, 1) genel olarak idea demekte ve phantasma, species ya da notio gibi terminus‘ları da bunun altında saymakta. Hume ise -en azından- “canlı algılarımız olan” (vivid perceptions) izlenimler (impressions) ile, reflektif olarak kurulan “algılarımızı” yani ideleri birbirinden ayırmakta. Ne ki o da idea sözcüğünü hala son derece geniş biçimde kullanmakta ve kimileyin -tıpkı Descartes gibi- imgelere bile idea demekte. İdea‘nın ne demeye geldiğini kavramak isteyen kişinin 17. ve 18. yüzyıl Felsefesi ile işe başlaması son derece “tehlikeli” görünüyor. Nitekim burada, bu sözcük ile ilgili olarak, Felsefenin ortaya koyması ve koruması gereken en temel tutumlarından biri yitirilmiştir: dia–krinein (baştan başa ayırım yapmak, elemek). Eidos ile idea arasında bile bir fark gören Antikçağ Felsefesinden sonra, idea‘nın altında tüm zihin ürünlerini toplamaya giden Yeniçağ Felsefesi, bu tutumu ile ortaçağca bir iş görmekte diye düşünülebilir. Yine de 18. yüzyıla gelindikte, Immanuel Kant ile birlikte Felsefenin yeniden “ayırım yapmak etkinliği” ile birlikte giden bir kavramsal titizlik içerisine girdiğini görmek mümkün. Nitekim o idea‘yı, notio‘dan, bunları da intuitus‘tan ayırmakta. (Felsefe Tarihi içerisinde, “idea” sözcüğünün en sıkı ve felsefece kullanımını Platon’da bulmaktayız. Nitekim o kendi özel terminus‘u olan eidos ile, nelik ifadeleri içeren kavramlara, ti estin‘e işaret ediyordu.) Notio, içerisinde nelik barındırmayan kavram demek. Notio düzeyinde kavramlar, içerisinde “kural” bulunduran kavramlardır ve bir nesne ile tanışıklık imlerler. Sözgelimi “masa” denilen kavram sıklıkla notio düzeyinde kurulmuş olan bir kavramdır ve bu da şunu imler: bu notio‘ya iye olan kişi “masa kuralı”na iyedir ve her nerede masa görüsü ile yani bu kuralın altına düşen bir görü ile karşılaşsa, bunu yakalayabilir, tanıyabilir. Ne ki bir kavramı notio düzeyinde kurmuş olmak demek, o kavramın nesnesinin nedirini bilmek demeye gelmiyor. Yine de felsefece bir nelik soruşturmasının temel ön-uğrağı, bir nesneyi notio biçiminde kurmaktır. Bu tarzda kurulan bir kavram yani bir notio, daha sonra “Akıl” (Vernunft) denilen yeti ile ele alınır ve açılırsa (expositio), onun neliği de serilebilir. Notio‘dan ideye geçiş de ancak bu tarzda olanaklıdır.
Anlama Yetisinin (Verstand) çok özel tasarımlarına (Vorstellungen) kavram (Begriff) denildiğini yukarıda belirttik. “Göremeyen” ama “düşünebilen” bir yeti olarak Anlama Yetisi, düşünmeyi (denken) de son derece temel bir düzeyde kotarmakta. Bu yeti, “olanın öyle olduğunu” (Aristoteles’in hoti‘si) söyler ama “olanın niçin öyle olduğunu sorgulayamaz ya da olanın niçin zorunlulukla öyle olduğunu” da (Aristoteles’in dioti‘si) söyleyemez. Anlama Yetisi, belli kurallarla son derece dar biçimde iş gören ama herhangi bir şey hakkında bir şey söyleyebilmek için zorunlu olan en temel düşünme yetisidir. Dolayısıyla, Anlama Yetisinin düşünmesi belli türden bir düşünmeye işaret etmekte. Ne ki başka türden düşünmeler de söz konusu. Kant’a göre düşünmenin üç ayrı modus‘undan söz etmek mümkün: Anlama Yetisinin düşünmesi, Yargıgücünün düşünmesi (olanın öyle olduğundan hareketle bunun peşi sıra gelen sonuçları seren yeti) ve Aklın düşünmesi. Akıl (Vernuft) “a priori ilkeleri kişinin eline veren yetidir” (KrV, B24-25). Onun aracılığıyla, deneyimden (Erfahrung) ve duyumsamadan bağımsız, sapasağlam hatta yasa olan ilkeler elde edilebilir. Hem Anlama Yetisi hem de Akıl “yasa koyucu” ya da “yasa veren” (gesetzgebend) yetilerdir. Ne ki her birinin yasa verdiği alan ayrıdır. Akıl (Vernunft) pratik alanda yasa koyucu iken, Anlama Yetisi (Verstand) doğa (Natur) alanında yasa koyucudur. Akıl, theorik alanda yasa ortaya koyamaz ama yasayı “haber verebilir” (gesetzkundig). Nitekim Saf Aklın Eleştirisi adlı yapıtın içerisinde “doğa yasası”nın upuygun yerini bize gösteren yani Anlama Yetisinin (Verstand) koyduğu yasayı haber veren yeti Akıl’dır (Vernunft).
Anlama Yetisinin çok özel tasarımları “ide” değil, genel olarak “kavram” (Begriff) olarak adlandırılıyor. Dahası bu yetinin bir saf (rein/pure) bir de empirik kısmı var. “Saf” deneyimden ve duyumsamadan tamamen bağımsız demek. Anlama Yetisinin saf kısmı, deneyimin kurulması için zorunlu diye düşünülen kısım. Eğer bu kısım olmasaydı, deneyimle birlikte giden bilgiler (Erfahrungserkenntnisse) ortaya koyulamayacaktı. Anlama Yetisi çalışmaya yani kavramları aracılığıyla düşünmeye başladığında ortaya empirik kimi bilgiler de koymakta; böylelikle karşımıza Anlama Yetisinin empirik kısmı çıkıyor. Saf Aklın Eleştirisi, zihnin saf kısmını zihnin empirik kısmından ayırmağa[1] çalıştığı için, Anlama Yetisi bir kez çalıştığında ya da işlediğinde (in concreto) ortaya çıkan bu empirik kısım bu yapıtın soruşturma konusu içerisine girmemekte.
Bir diğer düşünme yetisi olan Yargıgücünün (Urteilskraft) de kendine özgü kimi tasarımları var. Kant bu yetinin kendine özgü a priori ilkesini/yasasını, 3. Kritik‘inde enine boyuna tartışmakta ve yapıtın hemen ilk kısmında Ereksellik (Zweckmäßigkeit/Purposiveness) kavramının Transzendental Deduktion‘unu vermekte. Ne ki 1. Kritik içerisinde de bu yetinin özel olarak Anlama Yetisi ile birlikte kotarmağa çalıştığı iş Schematismus (Şematizm) diye ifade edilen kısımda anlatılıyor. Transzendental Deduktion, Kant yapıtlarında bir kavramın kullanılmasındaki haklılığa işaret etmede (“quid iuris?”) verilen bir gerekçelendirmedir ve Kant tarafından pek çok kez, birden çok kavram için transzendental Deduktion verilmektedir. (Sözgelimi Transzendental Estetik içerisinde “uzay” ile “zaman”a ilişkin verilen Deduktion; Transzendental Mantık içerisinde Saf Kavramlara (Kategorilere) ilişkin verilen Deduktion; 3. Kritik’in hemen başında “Ereksellik” (Zweckmäßigkeit) kavramına ilişkin verilen Deduktion vd.) Kant’ın bu türden bir gerekçelendirmeye girişmesi kendisinden önce gelen düşünürlerde saptadığı bir sorundan ötürüdür: sözgelimi Locke Essay‘inde zihindeki kimi “idea”ların nasıl ortaya çıktığını anlatırken bunların zihinde nasıl kurulduğunu, nasıl ortaya çıktığını sermektedir. Ne ki bir kavramın zihinde nasıl ortaya çıktığına ilişkin bir açıklama getirmek, o kavramın kullanılmasına haklılık yüklemez. Locke, sözgelimi “algı” (perception) kavramının bir notio olarak zihinde nasıl kurulduğunu yani “algı”dan nasıl bahsedegeldiğimizi bize anlatmakta. Ne ki bu türden bir açıklama bize algının kavramsal bir açıklamasını ve sapasağlam kullanımındaki gerekçeyi vermemekte. Locke’un verdiği bu açıklama Kant için bir “quid facti”dir yani zihinde ne var ne yok bunun gösterilmesidir. Ne ki Kant’ın Deduktion‘u başka türden bir açıklamadır ve bir gerekçelendirmedir. Elbette Kant bu gerekçelendirmeyi deneyimden ve duyumsamadan bütünüyle bağımsız kotarmayı amaçlamakta. Nitekim Hume’un da işaret ettiği gibi, deneyimden hareketle kurduğumuz önermelerde “sıkı bir zorunluluk” ve “hakiki bir genellik” bulunmamakta. Hume, zorunluluğu düşündüren şeyin, olgudaki tekrarlamaya maruz kalan zihnin bir duygulanımı olduğunu ifade ediyordu. Dolayısıyla onun bakışına göre “zorunlu bağlantı idesi” (idea of necessary connexion) olguya haklılıkla yükleyebileceğimiz bir ide değildir ve bu düşünce zihnimin bir yan-ürünü olarak karşıma çıkmaktadır. Hume göre, olup bitenler (matters of fact) alanına gittiğimizde, deneyimden hareketle bir çıkarım (inference) ortaya koymak mümkün ne ki bu çıkarımın arkasında bir uslamlama (reasoning), tanıtlama (demonstration) ya da us ile apaçık kavrama (intution) bulunmamakta. Ne ki zorunluluk, yalnızca bir tanıtlama ya da us ile apaçık bir kavrama ile gösterilebilir. Deneyimden ve duyumsamadan hareketle, deneyimin içerisinde ve temelinde bulunan zorunluluğa işaret edilemeyeceğini Hume ile birlikte yakalayan Kant, araştırmasının hemen başında şunları sormakta: Peki, hiç “sıkı zorunluluk” (strenge Notwendigkeit) yok mu, “hakiki genellik” (wahre Allgemeinheit) yok mu? (KrV, B4-B5) Hume’a göre, olup bitenler (matters of fact) alanından hareketle kurulan önermeler yalnızca birer “genel ifade”dir (general statement) ve “yasalılık” imlemezler. Bu ortaya şu türden bir problemi çıkarmakta: “doğa yasası” diye bir şeyden söz etmek mümkün mü? Bir önermeye yasalılık yüklemek demek onun içeriğinin aykırı hiçbir duruma izin vermemesi demeye gelir. Eğer “doğa yasaları” birer genel önerme ise ve bunlarda sıkı bir zorunluluk yok ise Newton’un “doğa yasaları”nı ne tarzda ele almak gerekiyor? Kant tüm bu soruların yanıtını bir “felsefece fizik” ile vermeyi amaçlamaktadır.
Peki “doğa” denildiğinde bununla ne anlaşılmakta? Ortaçağ ve sonrasında “doğa” ile kastedilen şey artık Aristoteles’in physis‘i değildir. Genel olarak ifade edildikte burada doğa, zihinden ayrı bir kurallılık, bir düzenlilik hatta kimileyin bir yasalılık imlemektedir. Aristoteles’te ise “doğa” yani physis zihinden ayrı bir düzeliliğe, kurallılığa ya da yasalılığa işaret etmez. Aristoteles’in physis ile kastettiği şey, hep herhangi bir varolanın doğası ya da yapısıdır. Ona göre doğa bir kendiliğindenlik ırasıdır. Ne ki, Aristoteles kavramlarının Thomas Aquinas üzerinden Ortaçağa ve 17., 18. yüzyıl felsefesine aktarılmasında kavramların içeriği bir tarzda boşaltılmıştır denilebilir.[2] Biz bugün halen ortaçağca bir doğa kavrayışının içerisinde devinmekteyiz. Doğa zihinden ayrı bir kurallılık, bir düzenlilik ve hatta bir yasalılık olarak ele alındıkta, doğaya onun aracılığıyla bakacağınız bilgi alanının da, kendisinden yüksek kesinlik beklenecek bir alan olması gerekir. Kendisinden en yüksek kesinlik beklenen bilgi alanı ise -hem Antikçağ Felsefesi için hem de Modern Felsefe için- matematiktir. Newton’un “matematiksel fizik” konusunda ısrarı ve daha önce birlikte gitmez diye tasarlanan bu iki alanın artık birlikte iş görüyor olmasının nedeni de budur denilebilir. Galileo Galilei de “Felsefenin, evren denilen bu büyük kitapta yazılı” olduğunu, “bu kitabın dilinin matematik…harflerinin üçgenler, çemberler ve öteki geometrik biçimler olduğunu” ve bu harfleri bilmeden “insanca herhangi bir sözcüğü anlamanın olanaksız olduğunu” ve bunları anlamadan, kişinin olsa olsa “karanlık bir labirentte oradan oraya gideceğini” söylemekte[3]. Kant da matematiğin bilgimizi deneyime ve duyumsamaya gitmeden, sapasağlam nasıl genişleteceğimiz konusunda “parıldayan bir örnek” sunduğunu belirtiyor. (KrV, B8). Yine de o, doğanın (Natur) zihnimizden ayrı bir kurallılık ya da bir yasalılık imlediğini düşünmemekte. Doğa, her şeyden önce Anlama Yetisinin (Verstand) saf kısmıdır. Kant kurulan doğa (natura materialiter spectata) ile kalıp olarak doğayı (natura formaliter spectata) da birbirinden ayırmakta. Doğa kavramları ve doğa yasaları insan zihnindedir. Kurulmuş olan doğaya yasalarını veren şey insanın Anlama Yetisidir. Nasıl ki Akıl (Vernunft) pratik alanda yasa koyucudur, Anlama Yetisi (Verstand) de doğa alanında yasayı verir. Doğanın nedirini soruşturacak olan kişinin yani felsefece fizik yapacak kişinin insan zihnine bakması gerekir. Burada 17. yüzyıl ve 18. yüzyılda insan zihnine bir dönüş olduğunu, araştırma konusunun birincileyin insan zihni haline geldiğini görmekteyiz. Bu elbette Kant’tan önce Descartes ile, onun son derece temel bir metninde karşımıza çıkan bir bakma tarzı. Bu metnin adı Meditationes de Prima Philosophia. Meditatio, burada Grekçe theoria sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmakta. Descartes ile birlikte, nesneye bakışın değiştini söylemek mümkün. Dahası Descartes Antikçağda bulunmayan bir doğruluk anlayışını da Ortaçağdan hareketle işin içerisine sokmakta. Aletheia olarak doğruluk Aristoteles’te nesnelere yüklenebilecek bir şey olarak karşımıza çıkmamakta. Aristoteles, “Metafizik” diye başlık atılan yapıtının Epsilon kitabında bunu açıklıkla şöyle ifade etmekte: “doğru olan ya da yanlış olan nesnelerde değil çıkarımla birlikte giden düşünmededir” ya da önermelerdedir (1027b 27). Bir nesnenin “doğru” ya da “yanlış” olması söz konusu değildir. Önermelere yüklenen “doğru”dan ve “yanlış”tan Descartes da söz etmekte. Ne ki o “nesne”den söyle bir şey anlamakta: nesne, her şeyden önce zihnimde bir tasarım ya da bir temsildir (repraesentatio) ve “karşımda duran şey” olarak dile dökülen nesnenin (obiectum, antikeimenon) hakikaten karşımda durup durmadığı soruşturma konusudur. Tasarım olarak nesne, benim sınırlı yapım yani zihnim aracılığıyla kurulmuştur. Descartes’a göre farklı zihin kurgulamaları ya da cogitatio modus‘ları olarak sensus (duyumsama), imaginatio (imgeleme/kurgulama), intellectus (anlama yetisi), facultas iudicandi (yargı gücü) ve ratio (us) hep sınırlı bir yapıda diye düşünülür. Nesneyi bir tasarım olarak kuran duyumsama yetisi de nesneyi kendi başına ve olduğu gibi kendi yapısına almamakta, olsa olsa bunun yerine zihinde duracak bir şeyi, kendi yapısından ve olanağından hareketle kurmaktadır[4]. Nesnenin kendisinin kendi başına gerçekliği (realitas), benim zihnimde bir tasarım olarak nesnenin gerçekliği ile bir ve aynı değildir. Nesnenin kendisi kendi başına (per se) asıl gerçekliğe (actualis realitas) iyedir; nesnenin zihnimdeki temsili ise gerçekliğini benim zihnimden alır. İşte bu beriki türden gerçekliğe Descartes “nesneye özgü gerçeklik” (realitas obiektiva) diyecek. Nesnenin kendisinin yerinde duran bu tasarımı kurarken kendi zihnimin gerçekliğini, gücünü, olanaklılığını kullanırım. O halde bizim muhattap olduğumuz nesne her şeyden önce, zihinde bir tasarımdır (repraesentatio). Bu bir kez serildikte, bunun peşi sıra kimi sorular ortaya çıkmakta. Sözgelimi: nesne zihinde bir tasarımsa ve zihin bir sınırlılığa iye ise, acaba zihnimdeki tasarım ile nesnenin kendisi nice örtüşmekte? Acaba zihnimde nesnenin kendisinin yerine duran tasarım ya da temsil ile, nesnenin kendisi arasında hiçbir benzerlik yok mu? Zihin nesneyi kurmada, bu tasarıma kendi olanaklarından ve ögelerinden kimi şeyler katıyor olabilir mi? Dolayısıyla Descartes bu nesne tasarımından hareketle, önermelere yüklenen veritas (doğruluk) ve falsitas (yanlışlık) dışında başka türden bir doğruluk ve yanlışlıktan daha söz etmekte. Bu türden doğruluk ya da yanlışlık, içeriğe ya da nesneye ilişkindir: veritas et falitas materialis. Eğer zihindeki tasarım ile nesnenin kendisi örtüşüyorsa içerikli bir doğruluktan; örtüşmüyorsa içerikli bir yanlışlıktan söz etmek gerekir. Nitekim beriki durumda, zihnimdeki tasarımın nesnede hiçbir karşılığı olmayabilir ve bu tasarım bir tarzda benim yapımdaki bir eksiklikten meydana gelmiş olabilir (soğuk ya da siyah imgelerinin kurulmasında olduğu gibi). O halde Descartes burada son derece ortaçağca bir iş görmekte ve nesneye yüklenen bir doğruluk ve bir yanlışlıktan söz etmekte. Nitekim oan göre, zihindeki tasarımın ya da rerum imagines (şeylerin imgeleri) olarak idea‘ların, nesnelerin kendileri ile örtüşüp örtüşmediği konusu da bir doğruluk ya da yanlışlık soruşturmasına işaret etmektedir.
Dolayısıyla, sıkı biçimde ele alındıkta, nesne zihinde bir tasarım ise, “doğa”ya ilişkin yapılacak tüm araştırmalar da zorunlulukla zihinden hareketle kotarılacaktır. 20. yüzyılda Richard Rorty de 17. yüzyıl ve sonrasında zihnin “doğanın aynası” (mirror of nature) olarak ele alındığını, nitekim tüm soruşturmaların bu yapıdan hareketle kotarıldığını söylemekte.
Kant’ın saydığı olanaklılıkların (Vermögen) ya da yetilerin (Facultas) tamamı Descartes’ın metninde de eksiksiz biçimde karşımızda çıkmakta. Bunlar duyumsama, imgeleme, anlama yetisi, yargıgücü, us ve isteme yetisi olarak sayılabilir. Tüm bu düşünürlerin kotardığı zihin soruşturmaları hiçbir zaman ilkin yetilerden ya da olanaklılıklardan başlamaz. Zihin soruşturmalarında (ister Aristoteles’in ister Descartes’ın ister Hume’un ister Kant’ın zihin soruşturmasına gidilsin) ilkin soruşturulan şey ürünlerdir (duyumsanan, anımsanan, imgelenen, düşünülen şey). Ürünlerden hareketle etkinliklere (duyumsamak, anımsamak, imgelemek, düşünmek) gidilir. Etkinliklerden hareketle ise olanaklılıkların ya da yetilerin adı koyulur (duyumsama, anımsama, imgeleme, düşünme). O halde ürünlerden, etkinliklerden ve olanaklardan hareketle zihnin sınırlarını çizmek ve onun neyi bilebileceğini ortaya koymak mümkün. Nitekim Kant’a göre bu türden bir soruşturma yapılmazsa, herhangi bir alanda bilgimizi genişletirken yani synthesis yaparken sağlam bir iş yapıp yapmadığımız konusunda emin olamayız.
Kant, Saf Aklın Eleştirisi‘nin B Giriş’inin hemen başında şöyle söylüyor: “bizim tüm bilgimiz deneyimle başlar, buna şüphe yok.” İlk karşımıza çıkan şey, ilk ayırdına vardığımız şey: Deneyim (Erfahrung). Sözün; logos‘un ilk karşımıza çıktığı yer burası. Hume’un da belirttiği gibi, deneyim dediğimiz ilk ve temel üründe, bunun sapsağlam bir bilgi ortaya koymadığının da ayırdına vararak kalmak mümkün; nitekim bunun üzerine basıp, bu üründen hareketle yanlış kimi sonuçlara da gidilebilir. Ne ki Kant’a göre, tutabileceğimiz bir başka yol daha var: deneyim (Erfahrung) denilen bu ürünü bölmek (Analysis/Zergliederung). Deneyimle birlikte giden bilgi (Erfahrungserkenntnis) bize sağlam bir bilgi vermez. O halde bilgiyi genişletmeden yani synthesis yapmadan, elimizdeki synthetik, çokkatlı (mannigfaltig) yapıyı bölelim. Synthetik olmayan hiçbir yapı bölünemez. Bölmek: analysis ya da zergliedern. Kant bu sözcüğün hem Grekçe hem de Almanca karşılığını dönüşümlü olarak kullanmakta. Ana–lyo: çözmek, deşmek, bozmak demek. Burada adeta bir cerrahın insizyonu türünde bir bölmeden söz edilmekte. Böyle bir bölme, yapıyı olduğu gibi bozar. Analysis ile “daha önce muğlak olan kimi şeyler, su yüzüne çıkar; açık hale gelir” (B 11). Deneyim denen ürün, analysis yöntemi ile bölündüğünde, içerisindeki çokkatlılık (Mannigfaltigkeit) (“her an onun içerisinde örtük olarak düşündüğümüz” ne ki “bizim için muğlak” olan çokkatlılık) açık hale geliyor. O halde Kant’ın soruşturmasının başlangıç noktası tam da deneyime uyguladığı bu analysis. Peki deneyimi böldüğümüzde açığa çıkan ne? Her şeyden önce şu iki şey: Kategoriler ve Görünüşler (Erscheinungen). Görünüşler ile Deneyim arasında temel bir fark var. Görünüşler yani görünen (erscheinen) şeyler, söz ile (logos) birlikte gitmez. Tam da bundan ötürü, “kavramlar olmadan görüler kördür” (B 75). Dahası, Görünüşlerin kendilerini de bölmek olanağına iyeyiz. Nitekim bunlar da synthetik bir yapı. Görünüşleri böldüğümüzde ise bunların içerisinden uzay (Raum) ve zaman (Zeit) denilen iki “saf bakma kalıbı” (reine Anschauungsformen) çıkmakta. Anschauung ya da intuitus Türkçe’de “görü” olarak karşılanmakta. İngilizce çeviriler de Kant’ın kimileyin kullandığı Latince terimi dikkate alarak bu sözcüğü “intution” olarak çevirmekte. Intueor: bir şeye [doğru] bakıyorum demek. Biz her neye bakıyorsak işte bu iki kalıpla, diyesim uzay ve zaman ile bakıyoruz. Bunlar üzerine ileriki kısımlarda ayrıntıda konuşacağız. Görünüşleri (Erscheinungen) böldüğümüzde bunun içerisinden çıkan kimi başka ögeler de var. Sözgelimi duyum (Empfindung/sensation). Hume bunlara impression (izlenim) diyordu. Kant da bu terimi (impression/Eindruck) birkaç kez kullanmakta. Duyum (Empfindung) ile Kant burada beş duyunun ürünlerine işaret etmekte. Bunlar görülenler, işitilenler, tatlar, kokular ve dokunma duyumsaması ile kurulan karşıt çiftleridir (sıcak-soğuk; ıslak-kuru; sert-yumuşak). O halde biz beş tarzda etkilenmekteyiz. Nitekim Kant duyumsama olanağının kurduğu bu ürünlere Affektion (Etkilenim) da demekte. Peki, biz neyden etkileniyoruz? Yanıt: şeylerden (Dinge). Şeyler, zihinden ayrı başına varolanlardır. Şey (Ding) demek “var” (sein) demektir. Ding an sich (şeyin kendisi ya da kendi başına şey), Ding‘lerden ayrı ya da başka bir şey değildir. An sich (per se) yalnızca bir vurgulamadır ve ohne Sinnlichkeit (duyumsama yetisinden bağımsız) demeye gelir. Dinge an sich: duyumsama yetisinden bağımsız ele alındıkta şeyler. Duyumsama yetisinden bağımsız ele alındıkta şeyler, benim duyumsama yetimi etkilemekte. Duyumsama yetisi bir tür alım-olanağıdır (Rezeptivität) ve şeylerden “gelen” bu etkilenimi -kendi sınırları dahilinde- işler. Buradan hareketle duyum adı verilen tasarımlar (koku, tat, renk, dokunma, ses) oluşur. Zihin şeylerden etkilendikte oluşan bu duyumlar (Empfindungen) bir kez kuruldukta, zihnin içerisinde serbest dolaşımda gezinmezler. Her bir duyum zihinde “bir nesneye bağlı” diye görünür. Peki bu nasıl olagelmekte? Yanıt: duyumun uzay kalıbı ile kalıplanması aracılığıyla. Uzay kalıbı ile duyumu bir ara getiren bir yeti var. Bu yeti Kurgulama Yetisidir (Einbildungskraft/imaginatio). Kurgulama Yetisi, uzay ile duyumu bir araya getirirken empirik bir iş yapmaktadır dolayısıyla bu onun empirik-produktiv bir kullanımıdır. Bu yaptığı iş sonucunda ortaya yayılımlı ya da üçboyutlu nesneler çıkar. Dokunma duyumsamasının içeriği ve görme duyumsamasının içeriği zihnimin bir bakma kalıbı olan uzayı “doldurur”. Nesneleri üçboyutlu diye gören benim zihnimdir. Uzay kalıbı ile kalıplanan duyum üç ayrı boyuta (Dimension) yayılır, uzanır. Duyumun “nereye kadar” yayılacağını belirleyen şey ise Affektion‘un şiddetidir. Büyüklüğü, biçimi, yeri, konumu belirleyen şey temelde uzay kalıbıdır. Genel olarak tasarımlamaya-yetili (vorstellungsfähig) olan zihnimiz, duyumsama yetisi içerisinde üç-boyutlu diye ifade edilebilecek tasarımlar kurar. Uzay kalıbının bu kullanımının öteki bilgi alanlarını da ilgilendiren pek çok sonucu var. Nitekim zihnin içerisindeki bu saf ögeleri yakaladıkta Kant öteki bilgi alanlarının sağlam temellerini de bize sermekte.
O halde deneyime (Erfahrung) uygulanan bir analysis‘ten ve bunun peşi sıra karşımıza çıkan ögelerden söz ettik. Kant, Saf Aklın Eleştirisi‘nin Giriş kısmının (B) hemen başında şöyle demekte:
“Bizim tüm bilgimizin deneyim ile başladığına hiç şüphe yok; nitekim bilgi-yetisi, duyularımızı devindiren ve kısmen kendilerinden hareketle tasarımlar oluşmasına yol açan; kısmen de bu tasarımları karşılaştıran, bağlayan ya da ayıran ve böylece duyumsama yetisinin ham izlenimlerini, deneyim adı verilen, nesnenin bilgisi olarak işleyen Anlama-Becerimizi devindiren nesneler (Gegenstände) aracılığıyla olmasa, başkaca nasıl işlemeye getirilecekti?“
Kant, KrV, B1 (Vurgulamalar L.L.B.)
Kant metnin içerisinde “nesne” (Gegenstand) sözcüğünü ya “şeylerin kendileri” ya da “görünüşler ya da tasarımlar olarak nesneler” olarak kullanmakta (Krş. Vorrede, BXXVII). Metnin genelinde bu sözcüğü hangi anlamda kullandığını çıkartmak, metin ile didişen okuyucuya kalıyor. Yukarıda alıntılanan bu ilk paragrafta Kant, daha sonra ayrıntıda üzerine konuşacağı Duyumsama Yetisi (Sinnlichkeit) ile Anlama Yetisine (Verstand: burada Verstandesfähigkeit olarak ifade edilmiş) ve bunların birlikte nasıl çalıştığına ilişkin bir genel harita vermekte. Dahası burada Deneyimin (Erfahrung) ne olduğunu da bir tanım ifadesi şeklinde bize açmakta. Buna göre deneyim “duyumsama yetisinin ham izlenimlerini, nesnenin-bilgisi olarak işleme” işidir (ibid.). Ne ki bu metnin hemen başında bize pek az şeyi açık eden, çokkatlı bir tanım ifadesi. Kant, Peri Psykhes adlı yapıtın hemen ikinci kitabında bir tanım ifadesinden hareketle işi nasıl açmak gerektiğini bize gösteren Aristoteles’in yolundan ilerlemekte. Nitekim Aristoteles’in ruha ilişkin verdiği tanım (“araç olan kısımlara iye olan, canlılık olanağına sahip bir doğal cismin prote entelekheia‘sı”) da ilk elde ve bakışta karmaşık görünür; dahası ruhun tam da nasıl bir şey olduğunu çıkartmak isteyen kişi bu tanıma iye olduğunda adeta bir açmaza düşer. Ne var ki bu tanım öyle kurgulanmıştır ki, her bir ögesinin üzerine sıkı gidildikte ruha ilişkin sapasağlam bilgi (episteme) gösterilir, serilir (apo-deiknymi). İşte Kant’ın deneyime ilişkin verdiği tanım da Aristoteles’in felsefece bir araştırmanın başlangıcında zorunlu diye düşündüğü “sıkı tanım kurma” işine upuygun bir örnektir. Nitekim Kant, yapıtın ilerleyen kısımlarında, deneyime ilişkin verdiği bu tanımda geçen hemen her bir terminus üzerine yeniden gidecek ve formule ettiği bu tanımdan hareketle, deneyimin tam da ne olduğunu ve nasıl kurulduğunu, onu sıkı takip edecek okuyucuya serecektir.
Kant, Saf Aklın Eleştirisi‘nin B Girişinin 7. kısmında transzendental sözcüğünün de ne demeye geldiğini bize açmakta. O, “doğrudan doğruya nesneler ile değil de bizim nesnelere ilişkin bilgi-tarzımızla genel olarak uğraşan her bilginin” transzendental olduğunu söylemekte (Bkz. Giriş, B 26). Transzendental bilgiye getirilen bir sıfattır ve tek tek ögelere için söylenmez. Nitekim “ne uzay ne de onun herhangi bir a priori geometrik belirlenimi transzendentaldir” diyor Kant (KrV, B 81).
Kant’ın zamanına dek, zihne ilişkin yapılan soruşturmalar, zaman kalıbı altında yani bir öncelik-sonralık sırasına göre seriliyordu. Buna göre, zihin duyumsuyor, anımsıyor, imgeliyor, algılıyor, notio‘lar kuruyor, bunları birbirine bağlıyor daha sonra bunların birbirine bağlanması aracılığıyla kurulan önermeleri de birbirine tasıyor yani çıkarımlar ortaya koyuyordu yani düşünüyordu. Aristoteles’ten Descartes’a; Locke’tan, Hume’a kadar farklı düşünürler, zihnin bu öncelik-sonralık ilişkisine göre çalışmasını farklı derecede detaylandırma ile anlatmışlardır. Kant’ın bu düşünürlerden farklı tarzda yapmayı amaçladığı soruşturma zihnin işlerinden, ürünlerinden, etkinliklerinden sıklıkla birlikte birarada bulunanları sermek yani kendi ifadesi ile bir “empirik psikoloji” çalışması yürütmek değildir. O, zihnin tüm bu ürünleri, etkinlikleri ve olanaklılıkları işletebilmesinin zorunlu koşullarını yani tüm bu yapının bu tarzda işleyebilmesi için arka planda nelerin zorunlu olarak bulunması gerektiğini soruşturmaktadır. Duyumsamanın, düşünmenin kurulabilmesinin zorunlu koşulu nedir? Bu soruyu sorduğumuzda biz transzendental bir iş yapmaya doğru gidiyoruz. Bir tasarımın “a priori kökeni”ni ya da “a priori kullanımı”nı (ibid.) seren bir önerme transzendental olarak adlandırılmakta.
Bu yapıtla birlikte karşımıza felsefe tarihinde görülmedik bir ayrıntılılık ve titizlikle kotarılmış bir zihin soruşturması çıkmakta. Ortaçağ sonrası Descartes’ın düşünmeye bir ilkeyi (“yeterli belirlenme ya da realitas olmadan hiçbir şey olmaz!”) ısrarla tekrar sokmasının ve bununla birlikte felsefenin yeniden upuygun ereğine yaklaşmasının ardından, Kant felsefe için atılabilecek en sağlam ve temel adımları atarak onu yeniden -Hume’un ifadesi ile- “üstün saygınlığına” kavuşturmakta. Kant’ın yapıtı, herhangi bir alanda sapasağlam bir şey söylemek isteyen her tek kişi için, içinden geçilmesi zorunlu bir prolegomena‘dır. Nitekim bu yapıt bir Kritik‘tir. Kritik, “transzendental felsefe” değidir. Bu, “başlangıç için çok fazladır” (B 25). Nitekim “bu türden bir bilgi alanı hem analytik hem de synthetik a priori bilgileri tam biçimde içermek zorundadır” (ibid). Burada transzendental felsefenin ileride ortaya koyulabilmesi için zorunlu bir temel, analysis yöntemi ile atılmaktadır. Saf Aklın Eleştirisi içerisinde “akıl bilgi bakımından genişlemez” yani bu yapıtta kullanılan yöntem synthesis değildir. Bu soruşturma içerisinde aklın ya da zihnin saf kısmını empirik kısmından ayırırken karşımıza ilineksel olarak empirik ögeler de çıkacaktır. Ne ki Kritik denilen soruşturmanın farklı uğraklarında (estetik ve logik) Kant’ın serdiği hiçbir datum empirik değildir.
[1] Nitekim bu iş bir krinein (eleme, ayıklama) işidir. Kritik der reinen Vernunft/Saf Aklın Eleştirisi: 1. Saf Aklın yaptığı bir eleme, ayıklama işlemi (genitivus subjektivus); 2. Zihnin saf kısmını ortaya çıkartacak şekilde kotarılan bir eleme, ayıklama işidir (genitivus objektivus). Burada Akıl (Vernunft) 1. dar anlamı ile yani bir yeti/facultas olarak; II. geniş anlamı ile yani zihin (Gemüt) olarak kullanılmakta.
[2] Aristoteles kavramlarının Ortaçağa aktarılmasında bunların içeriklerinin nasıl ve ne tarzda sıyrıldığına ilişkin ayrıntılı bir açıklama için bkz. Martin Heidegger, Ursprung des Kunstwerkes, Holzwege (Patikalar).
[3] Discoveries and Opinions of Galileo. Trans. S. Drake. Garden City, N.Y.: Doubleday, 237-238.
[4] Aristoteles de bunu biliyordu. Bkz. Peri Psykes 424a 16 vd.: “Zihinde nesnenin kendisi değil onun bir eidos‘u (tasarımı) vardır.”