Categories
Kant Saf Aklın Eleştirisi

Kant, KrV (Saf Aklın Eleştirisi) Transzendental Estetik § 1, 2 ve 3: Uzay (Raum) Üzerine | § Ders 4

Bugün “Transzendental Estetik”in başlangıç kısmı ve “Uzay Üzerine” konuşacağız. Transzendental Estetik’in ilk kısmı (§ 1.) son derece açık bir biçimde, Transzendental Estetik içerisinde ve sonraki kısımlarda sözgelimi Transzendental Mantık içerisinde işimize yarayacak kavramların içeriği sermekte. Kant burada, üzerine konuştuğu pek çok kavramın tanımı vermekte; “Uzay Üzerine” ve “Zaman Üzerine” başlıklı kısımlar içerisinde üzerine ayrıntıda konuştuğu şeylerin temelini atmakta.

Transzendental Estetik’in ilk kısmının ( § 1.) hemen ilk tümcesine bakalım. Bu ilk tümce açıklıkla serilirse, geri kalan kısımlar da bizim için olabildiğince açık hale gelecek.

“Bir bilgi (Erkenntnis) nesnelere hangi tarzda ve hangi araçla bağlanırsa bağlansın; yine de, bilginin, onun aracılığıyla nesnelere dolaysız bağlandığı ve araç olarak her düşünmenin hedeflediği şey görüdür (Anschauung).”

Kant, KrV, A 19 | B 33

İlkin şu dikkatimizi çekmekte: “bilgi nesnelere bağlanıyor”. Şu açık: zihinden hareketle nesneye doğru gidiliyor. Kant’ın bakışı “nesneden zihne” değil, “zihinden nesneye” doğru. Demek ki zihinde bir “bilgi” ya da bir zihin kurgulaması (Erkenntnis/Cognitio) var ve bu “bilgi” ya da zihin kurgulaması “nesnelere bağlanıyor”. Kant bilginin kurulmasını, nesneden hareketle zihinde kurulan yapılarla ve alışıldık bir sıralamaya göre anlatmamakta. “Bilgi nesnelere hangi tarzda ve hangi araçla bağlanırsa bağlansın…”: “hangi tarzda”? Yani ister a priori bağlansın, ister a posteriori bağlansın; ister deneyimden ve duyumsamadan bağımsız olarak bağlansın, ister deneyimden hareketle bağlansın…”Hangi araçla”? Yani ister Anlama Yetisi (Verstand) ile bağlansın, ister Yargı Gücü (Urteilskraft) ister Akıl (Vernunft) ile bağlansın “tam da işte onun aracılığıyla bunlara (nesnelere) bilginin dolaysızca bağlandığı şey görüdür (Anschauung).” (ibid.) Bir bilgi ya da zihin kurgulaması, nesnelere ancak bir şey aracılığıyla bağlanabiliyorsa, kendisi kendi başına, dolaysız biçimde, nesnelere bağlanamamaktadır demektir. Nitekim bir şey aracılığıyla nesnelere dolaysız bağlanabiliyorsa, kendisi kendi başına dolaysız bağlanamıyor, dolaylı bağlanıyordur; arada başka bir şey olduğunda ancak nesnelere ulaşabiliyordur. Demek ki bilginin nesnelere bağlanması bizde yalınkat dolaysızca olmuyor. Peki “araç olarak düşünce” ne demek? Düşünce araçtır (Mittel). Neyin aracı? Sapasağlam bir bilgi (Erkenntnis) kurmanın aracı. Kant’ın “Transzendental Mantık” içerisinde verdiği pek çok örnekte, düşünmenin araç olmaklığı son derece açık: kalıp olarak, kendi başına ele alınan bir düşünme, diyesim belli türden materie‘sine henüz iye olmayan bir düşünme olabilir. Ne ki, ne zaman bu kalıp olan düşünme, bir şeyi düşünür ve ortaya bir şey koyar, o zaman asıl amaçlanan şeye erişilmiş olunur. Amaç bilginin kendisidir; düşünce (logos, legein) ise araçtır. “Her düşünme” de “araç olarak” bir şeyi hedefler, ona doğru gider.

Kant’a göre, düşünmenin (denken) üç ayrı tarzı (modus) vardır (Bkz. KrV, A 75 | B 100 Kant’ın dip notu) ve biz bunları üç ayrı düşünme yetisi üzerinden yakalarız. Üç ayrı düşünme yetisinin düşünmeleri farklı tarzda düşünmelerdir. Örneğin Anlama Yetisinin (Verstand) son derece kendine özgü ve sınırlı bir düşünmesi vardır. Anlama Yetisi, olanın öyle olduğunu söyler. Öte yandan Yargıgücünün (Urteilskraft) düşünmesi Anlama Yetisinden farklıdır. Yargıgücü, Anlama Yetisinin ortaya koyduğu önermelerden hareketle, bunları temel (Grund) alarak ve bunların üzerine basarak, bir ya da birden çok sonuç (Folge) çıkartır. Düşünmenin üçüncü modus‘unu biz Akıl (Vernunft) denilen yeti içerisinde bulmaktayız. “Akıl, a priori bilginin ilkelerini”; sapasağlam ilkeleri, yasaları “kişinin eline veren yetidir.” (KrV, A 11 | B 24) Bu yeti aracılığıyla biz “niçin?” sorusunu sorarız ve belli türden çıkarımlar (Schlüsse) ortaya koyarız. İmdi düşünme, ister Anlama Yetisinin düşünmesi olsun, ister Yargıgücünün düşünmesi olsun, ister Aklın düşünmesi olsun araçtır. Amaç ise sapasağlam bir bilgi kurmaktır, düşünmenin kendisi değildir. “Araç olarak her düşünmenin, kendisini hedeflediği şey Görüdür (Anschauung).” Görü bir tasarımdır (Vorstellung). Zihnin içerisinde farklı türden tasarımlar vardır ve her şeyden önce şunu belirtmek gerekir: insan olabilen varolanların zihni tasarımlamaya yetili bir zihindir (Vorstellungsfähigkeit); o, farklı yetileri (Vermögen/Facultas) bakımından farklı tasarımlar ortaya koyabilir. Görü sözcüğü İngilizce çevirilerde [Kant’ın da kullandığı] Latince karşılığından hareketle intuition (intuitio) olarak karşılanmakta. Intuitio hiçbir biçimde “sezgi” demeye gelmemektedir. Intuitio, bakmak, görmek demeye geliyor. Anschauung/intuitio temelde iki biçimde söylenir: 1. görülen şey olarak “görü”; 2. bakmaya yarayan şey, “bakmalık”. Bizde her bilgi ya da zihin kurgulaması (Erkenntnis) doğrudan, nesnelerin kendilerine bağlanamamakta, nesnelerin tasarımlarına yani görülerine bağlanmakta. Nesnelerin kendileri burada şeylerin kendileri (Dinge an sich) demeye geliyor. Şeylerin kendileri, Kant’ın varolmaklıklarını zihine bağlamadığı nesnelerdir. Bunların olduğunu söylemek zorunlu. Şey (Ding) demek, “var” demektir. Ding (şey) kendisine ilişkin, positiv olarak, varolduğundan başka bir şey söyleyemeyeceğimiz bir şeydir. Buradaki “an sich” (İngilizce çevirisi ile “in itself”) vurgusu “ohne Sinnlichkeit” (=duyumsama yetisinden bağımsız) demeye gelmekte. Burada Kant Ding (şey) ve Ding an sich (şeyin kendisi) diye iki ayrı şeyden söz etmemektedir. Şeyin kendisi (Ding an sich), Duyumsama Yetimizi (Sinnlichkeit) ve onun etkilenerek kurduğu tasarımları, dahası genel olarak tasarımlama-yetililiğini (Vorstellungsfähigkeit) bir kenara bıraktığımızda, bizi etkileyen her ne ise, yalıtık biçimde ona işaret eder. Zihnimden ayrı bir şey olduğunu nasıl yakalıyorum? Yanıt: Etkilenim (Affektion) ve “tasarımların alımı” (Rezeptivität) sayesinde. Alım Yetisi, Duyumsamayı da içerisinde barındıran, geniş bir kavram. Bizdeki bize özgü alım yetisinin adı Duyumsama (Sinnlichkeit). Bizde duyumsama tarzında bir alım söz konusu. O halde, zihinden ayrı (“dışında” değil!) diye düşünebileceğim kimi şeyler var ve bunlar beni etkiliyor. Geçtiğimiz derste, felsefe tarihindeki zihin soruşturmalarında sıklıkla tutulan yolu “ürünler”, “etkinlikler” ve “olanaklılıklar/yetiler” diye belirlemiştik. O halde onun üzerinden etkilendiğimi yakaladığım bir tür ürün olması gerek. Bu ürün ise duyumdur (Empfindung). Duyumsama denilen Alım, bizde beş (5) farklı tarzda söz konusu olur: görme, işitme, koklama, tat alma ve dokunma. Bu etkinliklerden hareketle kurulan tasarımlara duyum (Empfindung) diyor Kant.

O halde bilgi nesnelere yani şeylerin kendilerine dolaylı olarak, bunların tasarımları üzerinden bağlanıyor. Bizde her düşünme hep tasarımlara yöneliyor; nesnenin kendisine yönelmeğe kalktığında ise (nitekim buna girişebilir, bir sınırlama yok) bilgimiz genişlemez (synthesis) ama biz genişlediği yanılgısı (Schein) içerisinde olabiliriz. Eğer nesnelere ilişkin sağlam bir şey söylemek istiyorsak, bunların kendilerine değil de tasarımlarına (Repraesentatio: kimi şeylerin yerine benim zihnimde duran ve beliren şey) yönelmemiz gerek. Metinde karşımıza çıkan bir sonraki tümce de bu söylediklerimizi destekler tarzda:

“Ne ki bizde bu (bilginin nesnelere bunların tasarımları aracılığıyla bağlanması) ancak ve ancak nesne verildikte olur.” (KrV, A 19 | B 33) Nesnenin verilmesi? Nesne duyumsama yetisi içerisinde bir tasarım olarak kurulur ve düşünülebilmesi için Anlama Yetisine (Verstand) verilir. O halde ilkin şu açık: bizde bilgi şeylerin kendilerine değil bunların tasarımlarına yani bunlardan hareketle bizde kurulması olanaklı olan biricik yapıya bağlanıyor. Ne ki, bilginin bu tasarımlara bağlanabilmesi için bu tasarımların kurulmuş olması gerek. Bu nasıl oluyor? “Biz insanlarda bu (nesnenin verilmesi) ancak ve ancak şöyle olanaklıdır: nesnelerin kendileri bizim zihnimizi belli bir tarzda etkiledikte.” (ibid.) Nesnenin kendisi bizi bir tarzda etkilemezse, bir Affektion söz konusu değilse bizde tasarımlar olarak duyumsananlar kurulmaz. Tasarımlar olarak duyumsananlara Aristoteles pathos, David Hume ise impression diyordu. Kant da bu berikini kendi dilindeki karşılığı (Eindruck) ile kullanmakta.

Demek ki, nesnenin kendisi beni etkileyebiliyor; benim de ondan bir tarzda etkilenebilmek olanağım var. Bu etkilenmek, duyumsamak tarzında bir etkilenmektir. Duyumsamak, salt bir maruz kalmak demeye gelmez. Ben etkilendiğimde, kendi yapımca bir ürün ortaya koyarım. Benim yapım hem duyumsama hem de öteki yetiler bakımından sınırlı bir yapı. İşte ben bu sınırlı yapımla, bu etkilenimi işliyorum ve bir ürün ortaya koyuyorum. Bu ürün, izlenim (Eindruck) ya da -Kant’ın kendi özel terminus‘u ile- duyumdur (Empfindung). Nesnelerden etkilendikte kurduğumuz şey duyumdur.

Takip eden tümcede Kant, bizdeki Alım Yetisiden (Rezeptivität) yani Duyumsama (Sinnlichkeit) denilen yetilikten (Fähigkeit) söz ediyor ve ekliyor: “O halde, duyumsama aracılığıyla bize nesneler verilir.” Nesnenin “biz”e verildiği vurgusu son derece temel. Nesne bize yani kendi “Ben”imize, onu düşünelim diye veriliyor. Kant bu düşünebilen “Ben”den (Ich) daha sonra ayrıntıda söz edecek. Dahası “…sadece ve sadece duyumsama yetisi bize Görüler sağlar.” Bizde yalnızca duyumsama yetisi aracılığıyla görü (intuitus/Anschauung) kurulabilir. Bu türden bir görüye Kant duyumsama yetisine ait görü (sinnliche Anschauung/sensible intuition) diyor. Sinnliche/sensible Anschauung/intuition, duyumsama yetisinin kurduğu, duyumsama yetisine ilişkin, duyumsama yetisinden çıkan görü demek. Eğer görünün sinnlich/sensible olanı varsa, böyle olmayanı da var demektir. Bizim kuramayacağımız, bizim yapımız için söz konusu olamayacak bir Görü (Anschauung/intuitus) türü var. Ne ki biz düşüncede, böyle bir görünün de olanaklı olduğunu (bizim için olanaklı olmasa bile) söyleyebiliyoruz. Bu Görüye Kant intellektuelle Anschauung diyor. Intellektuel burada “intellectus’a ait” demeye gelmekte. Nitekim bu beriki görü, Anlama Yetisi yani intellectus‘un ürünü. Ne ki insan olabilen varolanlar olarak bizim intellectus‘umuz bu türden (intellektuel) bir görü oluşturamamakta. Bizdeki Anlama Yetisinin, görü ortaya koyamaması diyesim onun “görememesi ama düşünmesi” şu demeye gelmekte: biz düşüneceğimiz nesneyi kendimiz yaratamıyoruz. Zihnimizden ayrı olduğunu düşündüğümüz şeyler (Dinge) bizi etkiledikte ve bizde nesne Duyumsama Yetisi (Sinnlichkeit) aracılığıyla verildikte, biz düşünecek nesne bulabiliriz. Üzerine düşüneceği nesneyi de kendisi yapan, yaratan; kendi Görüsü kendi poiesis‘i olan bir varolan, belki de bir Urwesen (kök-varolan) olabilir; Tanrı intellectus‘u bu tarzda iş görebilir. Ne ki insan olabilen varolanlar bu şekilde iş görmemekte ve onlar için intellektuel diyesim Anlama Yetisinden çıkan bir Görü söz konusu olmamakta. Bizde, Duyumsama ve Düşünme iki farklı temel yetiye işaret etmekte ve ancak bu iki temel olanaklılık bir araya geldikte, bizde bir şey asıl anlamda düşünülmekte ve ortaya bilgi (Erkenntnis) koyulmakta.

Metine geri dönelim: “O halde Duyumsama Yetisi aracılığıyla bize nesneler verilir ve yalnızca Duyumsama Yetisi bize görüleri sağlar; ama bu Görüler, Anlama Yetisi aracılığıyla düşünülürler ve Anlama Yetisinden kavramlar çıkar.” (KrV, A 19 | B 33) “Anlama Yetisinden kavramlar çıkar”? Burada Anlama Yetisinin kurduğu empirik ya da duyumsama-yetisine-ilişkin (sinnlich) kavramlardan (ötekine örnek “arı”, berikine örnek “üçgen”, “çember”) söz edilmekte. Anlama Yetisi saf ve transzendental kavramların da “doğum yeri”dir (Geburtsort) ne ki metnin bu kısmında, genel olarak Görüleri düşünen Anlama Yetisinin ortaya koyduğu kavramlardan söz edilmekte. Dolayısıyla bu kavramlar transzendental ve saf olamaz. Anlama Yetisi tıpkı Duyumsama Yetisi gibi, tasarımlama yetililiğine (Vorstellungsfähigkeit) iyedir. Ne ki onun kendine özgü tasarımları Görü (Anschauung) değil Kavramlardır (Begriffe). Kavram ve Görü arasında son derece temel bir fark var. Kant conceptus üzerine konuşurken son derece sıkı ayırımlara gitmekte ve kendisinden önceki düşünürlerin, sözgelimi Locke ve Hume’un kullanımlarını oldukça inceltmekte. Hume, Locke’un son derece geniş idea kullanımını bunun içerisinden impressions‘ı (izlenimler) ayırarak bir ölçüde daraltmış olsa bile (nitekim Locke zihin ürünü olan hemen her tasarlamaya “ide” diyordu), bu inceltme Kant için yeterli görünmüyor. Kant’ın kavrama ilişkin getirdiği kimi ayırımlardan daha önce söz ettiydik. Burada bunların kısaca üzerinden geçelim: conceptus communis, notio, Aklın özel kavramları olarak ideler vd. Yine bu farklı türden kavramların kurulmasında, zihnin farklı türden iş görme biçimleri var. Kant bunları da Kritik adlı yapıtlarında ele almakta.

Genel olarak kavramın (Begriff) ise Görüden (Anschauung) son derece sıkı bir biçimde ayrıldığını görmekteyiz. Hem kavram hem de görü birer tasarım (Vorstellung). Her ikisi de hem empirik hem de saf (duyumsamadan ve deneyimden tamamen bağımsız) olabilir. Saf (rein) bir sıfat olarak, zarf olan a priori‘den farklı tarzda, belli ögeler için söylenir. Bunların aralarındaki temel fark nedir? Her şeyden önce şunu belirtmek gerekiyor: bu iki cognitio (zihin yapıntısı) farklı yetilerden (Vermögen/Facultas) ortaya çıkmakta. Görülerin yeri Duyumsama Yetisi (Sinnlichkeit), sıkı anlamda kavramlarınki ise Anlama Yetisidir (Verstand). Kavram hep bir sınırlılık imler. Bir kavramdan, bu kavram nice yüklü ya da ne kadar çokkatlı (mannigfaltig) bir kavram olursa olsun, sınırlı sayıda alt-kavram çıkar. Kavramlar içerikleri bakımından hep synthetiktir. Görüler ise kavramlar gibi bir sınırlılık içermemekte. Her ikisi de tasarım olmalarına rağmen, kavramlardan sınırlı sayıda alt-kavram çıkar Görü için ise durum epey farklıdır. Görü öyle bir çokkatlılığa (Mannigfaltigkeit) iyedir ki ondan sınırsız sayıda kavram çıkabilir. Görünün kendisinden kavram syntezlemek mümkün. Görünün bir tasarım olarak sınırsızlığı, sınırsız sayıda sınırlı tasarım yani kavram kurmağa olanak verir. Saf görülerden (reine Anschauungen) hareketle kimi sınırlandırmalarla/ daraltmalarla (Einschränkungen) kavram ortaya koyulabilir. Bir kavramı, ideyi, bir conceptus communis‘i, notio‘yu, karşılaştırma içeren kavramları kurmanın farklı yolları vardır. Saf görülerin üzerine basarak kavram oluşturmak, son derece özel bir kavram yapmağa işaret eder. Bu, sözgelimi bir conceptus communis ya da notio oluşturmaktan son derece farklıdır. Bu türden yani saf Görülerden kavram oluşturma işini biz ilkin geometri denilen alanın temel kavramlarında yakalamaktayız. Nitekim geometrinin temel kavramları, saf olarak zihinde bulunan ve saf bir kullanımı olan uzay (Raum) görüsünden hareketle oluşturulmaktadır. Bunların nasıl kurulduğundan ileride ayrıntıda söz edeceğiz. Burada Kavram ile Görünün bu apaçık farklılığına işaret etmekle yetinelim. Kavramlar sınırlılık imler ve her kavramın bir kuralı vardır. Anlama Yetisi aracılığıyla kurulan bir kavramın kuralı, bir felsefeci tarafından, Akıl (Vernunft) aracılığıyla, felsefece apaçık serilebilir. Bir kavramın kuralı örtük bir tarzda, adeta “kör” bir işlemle kurulur. Bir saf görünün kavramınkine benzer bir sınırlılığı yoktur. Saf görülerden hareketle sınırsız sayıda yan ya da alt-tasarım (Teilvorstellung) kurmak mümkün. Saf görülerden hareketle kurulan bu tasarımlar kimi öteki bilgi alanlarının temelini de oluşturmakta.

Zihne bir analysis yapıldığında ortaya çıkan ögeler acaba 1. Felsefenin (ya da “Metafizik”in) işine yarayacak mı? II. Öteki bilgi alanlarının işine zaten yaramakta mı? Zihnin içerisinde ne gibi saf ögeler var? Kant Matematiğin bize bilgimizi genişletmede, bunu a priori yapmada, hatta bu işi ögelerine varasıya, deneyimden ve duyumsamadan bağımsız (rein/saf) kotarmada “parıldayan bir örnek” sunduğunu söylemekte. (A 5 | B 8) Peki matematikçi bunu nasıl yapabiliyor? Onun apodeiksis‘i (tanıtlaması) yani bir yerden hareketle apaçık serdiği sonuç önermeleri nasıl bu denli sağlamlık ve kesinlik içerebiliyor? Yanıt: Çünkü saf matematiğin kökü zihnin içerisinde; onun en temel nesneleri duyumsamadan ve deneyimden bağımsız olarak zihinde kuruluyor. Geometrinin ve aritmetiğin ondan beslendiği alan sınırsız bir alandır. Nitekim bunların temelinde saf görüler (reine Anschauungen) vardır ve görü “içerisinden sınırsız sayıda kavram çıkartabileceğimiz bir tasarımdır” (B 40). Saf görüden hareketle çok farklı tasarımlar kurmak ve bunların özelliklerini tanıtlamak mümkün.

Empirik olan, zihnin içerisindedir.

Metine geri dönelim. Kant B 34 ve devamında duyumdan (Empfindung) söz ediyor. Duyum, “bir nesnenin biz bundan etkilendikçe, tasarımlama yetisi üzerindeki etkisidir” (A 20). Kant bu tanımın hemen peşi sıra “empirik görü” ile “Görünüş” üzerine de konuşmakta. “Nesneye duyum aracılığıyla bağlanan Görü empiriktir. Empirik bir Görünün belirli olmayan nesnesine ise Görünüş (Erscheinung) denir. Görünüşlerin içerisindeki bu duyum dediğim şey ise Görünüşlerin materie‘sidir.” (ibid.) Materie içerik demek. Görünüşlerin hem bir içeriği hem de bir kalıbı (Form) var. Materie ve Form Kant’ın Ortaçağdan, Ortaçağın da Aristoteles’ten içini boşaltarak aldığı bir kurma. Ortaçağ, Aristoteles’in hyle ve eidos‘unu, materie ve forma olarak karşılarken bu kavramların Aristotelesçe belirlenmiş içeriklerini olduğunu gibi bunlardan ayıklamıştı. Heidegger de Ursprung des Kunstwerkes (Sanat Eserinin Kökeni) başlıklı metninde buna dikkat çekiyor. Heidegger hyle ve eidos‘un Antikçağdan Ortaçağa taşınırken, Greklerin bu kavramlara kendi Existenz‘lerinden hareketle yükledikleri şeyin tamamen ortadan kaldırıldığını haklılıkla söylemekte. Bu hiçbir zaman gelişigüzel bir çeviri çalışması değildir. Kant’ın da Ortaçağdan aldığı ve upuygun kullanımını soruşturduğu pek çok kavram var ve onun Materie ve Form kavramlarını kullanımı da düpedüz ortaçağcadır. Bizim kurduğumuz tasarımlar olarak Görünüşlerde (Erscheinungen) içerik (materie) duyumdur (Empfindung) ve bu, tasarımlarımızın empirik kısmıdır. Empirik ne demeye gelir? Her şeyden önce, empirik zihnin dışında olan bir şey değildir. Empirik olan, zihnin içerisindedir. “Empirik” zihnin içerisinde olan ama zihnin kendisinden hareketle ve kendi başına kuramadığı bir şey demeye gelir. Zihnin, kurabilmek için kendisinden başka bir şeyin onu bir biçimde etkilemesine ihtiyaç duyduğu şey empiriktir. Burada, empirik olanı, farklı alanlardaki önermelerini sınamada bir kriterion (ölçüt) olarak gören kişilerin bu iş görme biçimlerine ilişkin örtük bir eleştiri karşımıza çıkıyor. Nitekim bunların zihinden ayrı diye düşündükleri ve tam da bu özelliğinden ötürü önermelerinin içeriğine ölçüt diye aldıkları bu “empirik olan”, zihinden başka bir yerde değildir ve bir tasarımdır (Vorstellung). O halde empirik olan, zihnimde ise, zihnimdeki önermeyi empirik olanla karşılaştırmam ve sınamam, zihnimdeki bir şeyi yine zihnimdeki başka bir öge ise sınamam demeye gelecektir. Zihnimdeki bir cognitio‘nun zihnimdeki başka bir cognitio‘ya ölçüt diye alınıp alınamayacağı (sözgelimi Duyumsama Yetisinin ürünleri Anlama Yetisinin ürünleri için ölçüt olabilir mi sorusu) ise başka bir soruşturmanın konusudur.

O halde duyum (Empfindung), Görünüşlerin (Erscheinungen) içerisindeki empirik olana işaret etmekte. Dahası duyum Görünüşlerin içeriğidir (materie). Duyum (Empfindung) bizim zihnimizin salt kendisinden hareketle ve kendi başına kurabileceği bir şey değil. Duyumun kurulabilmesi için bizim şeylerden etkilenmemiz gerek (affizieren). Bu etkilenme beş tarzda gerçekleşmekte: görme, işitme, koklama, tat alma ve dokunma. Bu etkilenimlerin sonuçları ise herhangi bir renk, bir ses, koku, tat ve dokunma duyumsaması ile yakaladığımız karşıt çiftleridir. Ne ki bu beş duyunun içeriği, diyesim duyum (Empfindung), zihinde serbest dolanımda değildir. Zihinde kendi başına, ayrık bir ses, bir renk (sözgelimi hiçbir nesneye bağlı diye tasarlanamayan bir ses; hiçbir şeye yüklenmeyen, ayrı başına bir kırmızı görüsü) yoktur. Duyum yani Görünüşlerin içeriği (materie) hep bir nesneye yüklenir tarzda tasarlanır ve böyle görülür. O halde Görünüşlerin içerisinde bu türden empirik bir çokkatlılık (Mannigfaltigkeit) yakaladığımızı söylemek zorunlu. Empirik çokkatlılığı, içerisindeki farklı uğraklar bakımından ayrıştırmak saf bir çok katlılığa bunu yapmaktan daha kolaydır. Nitekim farklı duyuların, bunların ortaya koyduğu duyumların dahası bir duyumun farklı sonuçlarının (sözgelimi farklı renklerin, farklı seslerin) izi Görünüşlerde kolaylıkla sürülebilir. Ne ki görünüşlerin içerisinde sadece bunlara içerik (materie) diye tasarlanan bir empirik çokkatlılığı değil ayrıca bunlara kalıp (Form) diye düşünülen bir saf (rein) çokkatlılığı yakalamaktayız. “Farklı farklı duyumlar belli bir biçimde düzenlensin diye” orada olan, yani Duyumsama Yetisinin içinde olan bir şey vardır. “Görünüşlerin çokkatlılığı belli ilişkiler içerisinde düzenlensin, belli ilişkiler içerisine girsin diye” (A 20 | B 34) biz Görünüşlerin içerisine başka bir şey daha koymaktayız. Nitekim duyumsama yetisinin içeriği ve ürünleri yalnızca duyum ve bunun çokkatlılığından ibaret değildir. Biz bu empirik çokkatlılığı yani duyumun çokkatlılığını belli ilişkiler içerisinde bir düzene sokuyoruz. Bunu nasıl yapıyoruz? Yanıt: bunları kalıplar (Formen) altına getirerek. Bu kalıplar yine Duyumsama Yetisinin (Sinnlichkeit) içerisindedir; bunların kullanımı ise Kurgulama/İmgeleme Yetisine (Einbildungkraft) bağlıdır. Kurgulama Yetisi olarak Einbildungkraft ya da Imaginatio inşa eden, kuran (einbilden) bir yetidir ve Görünüşlerin Görünüşler olarak kurulumu büyük ölçüde buna bağlıdır. Demek ki empirik çokkatlılık belli ilişkiler içerisine getirilsin ve bir düzene girsin diye zihnimizdeki kalıp [kurgulama yetisi aracılığıyla] devreye girmekte. Peki sonuç olarak ortaya çıkan şey nedir? Yanıt: Duyumsama Yetisinin ürünleri olarak Görünüşler ya da empirik Görüler (empirische Anschauungen). Görünüş, Kant’a göre iki biçimde söylenir: bunlardan biri dışa ilişkin Görünüşler (äußere Erscheinungen) diğeri ise kendi durumum ve kendi Ben’im ile ilgili olan “iç Görünüşler”dir (innere Erscheinungen). Bunlardan iç Görünüşler uzay ile kalıplanmaz dolayısıyla “içime baktığımda uzay görülmez” (B 37 | A 23). Uzay dışa ilişkin görülerin (äußere Anschauungen) kalıbıdır. Dışa ilişkin diye kurduğum bu tasarımlar, şu türden ilişkileri içerir: iç-dış, sağ-sol, kuzey-güney-doğu-batı, alt-üst. Bu ilişkilerin tamamı uzaydan ötürüdür. O halde ilkin şunu söylemek gerekiyor: kurduğumuz bu Görünüşlerin içerisinde -ki bu Görünüşler birer ürün olarak zihnimizdedir ve “dışa ilişkin görü” ile biz aslında zihnimizdeki bir Cognitio‘ya bakmaktayız- 1. kendi başımıza, salt kendimizden hareketle kuramayacağımız bir empirik içerik (materie) vardır; II. etkilendiğimizde kullandığımız ama etkilenerek kurmadığımız kalıplar (Formen) vardır. Peki biz etkilendiğimizde ne olmakta? Kalıp (form) bir biçimde (yani Kurgulama Yetisi aracılığıyla) içerik (materie) ile bir araya gelmekte. İçerik empiriktir, kalıp (form) ise saftır. Ya da Kant’ın kendi sözcükleri ile belirtirsek: “…bizde tüm Görünüşün içeriği yalnızca a posteriori verilidir; bunun kalıbı ise zihinde onun için a priori hazır duruyor olmalıdır ve o halde tüm duyumdan bağımsız ve yalıtık olarak incelenebilir” (ibid.). O halde Görünüşlerin içerisinde bir saf kısım var, demek ki etrafımızda baktığımızda yakaladığımız nesnelerin bütünüyle empirik olduğunu söyleyemeyiz. Ne ki bir şeyin içerisinde empirik bir şey karışırsa -o şeyin içerisinde saf ögeler olsa bile- bir ürün olarak o şey empirik olmakta. Görünüşlerin içerisindeki bu saf kısım sayesinde geometri diye bir alandan yani sapasağlam bir bilgi alanından (reine Wissenschaft) söz edebiliyoruz. Geometri, nesneleri saf kurulan, tanıtlamaları a priori kotarılan ve bilgimizi genişleten (synthesis-synthetik) bir alandır.

Burada ayrıntıda üzerine konuşmağa çalıştığımız saf çokkatlılık (das reine Mannigfaltige) kalıp (Form) ile aynı şey demeğe gelmez. Görünüşlerin içerisinde kalıp (Form) olduğunu yukarıda da belirttik. Ne ki bu kalıp –produktiv Kurgulama Yetisi (Einbildungskraft) aracılığıyla, içerik (Materie) ile bir araya geldiğinde yani bu yeti içeriği kalıba kalıbı da içeriğe yedirdiğinde- Form artık başka bir şey haline gelmekte. İşte buna das Mannigfaltige (Çokkatlılık) diyoruz. Dolayısıyla, ilkin Kurgulama Yetisinin, uzay kalıbının altına getirdiği farklı duyumlar (Empfindungen) ile, karşımıza bir saf çok katlılık olarak uzayın çokkatlılığı çıkmakta. Bu kalıp altına getirme işi bir birleştirmedir, bir synthesis‘tir; gelişigüzel bir bir araya getirme, bir yığma ve bir yığın (aggregatum) oluşturma asla değildir. Kurgulama Yetisinin (Einbildungkskraft) bu saf produktiv kullanımı ile ortaya çıkan saf çokkatlılık tam da nedir? Yanıt: biçimler (Gestalten), büyüklük (Größe) ve yer kaplama (extensio). Burada karşımıza üçboyutluluğa iye, yer kaplayan tasarımlar çıkar. Peki, herhangi bir nesnenin materie‘sinin diyesim duyumun nereye kadar uzanacağı, bir nesnenin ne kadar yer kaplayacağını belirleyen şey nedir? Yanıt: Affektion‘un şiddeti. Farklı Affektion‘ların farklı şiddetleri vardır. Bir Affektion‘un şiddeti artabilen ya da eksilebilen, diyesim intensiv bir büyüklüğe iyedir. Bir Affektion, Uzay kalıbı ile kalıplandığında ortaya yayılımlı bir nesne çıkar. Burada duyumun içeriği, sözgelimi renk, sertlik-yumuşaklık, sıcaklık-soğukluk, ıslaklık-kuruluk Görünüşler alanında, bu alanı oluşturacak tarzda, yayılabileceği kadar yayılır. Nesne nereye kadar yayılabiliyorsa oraya kadar yayıldığında (burada belirleyici olan Affektion’un şiddetidir) ortaya nesnenin biçimi (Gestalt) ve büyüklüğü (Größe) çıkar.

Dolayısıyla Kant, bizim üçboyutlu görebilme (anschauen) olanağımıza “uzay” (Raum) demekte. Uzay denilen bakma kalıbı aracılığıyla, nesneleri yayılan şeyler olarak görebilmekteyiz. Biz bu tarzda, nesneleri tasarımlar olarak (bir noktadan üç yere doğru yayılabilen diyesim üç Dimension‘a iye nesneler olarak) kurduğumuzda, diyesim Affektion‘ları kalıplamağa devam ettikçe, kimi ilişkiler de ortaya çıkmakta. Bu ilişkiler şöyle sayılabilir: altında-üzerinde, yanında, ötesinde-berisinde, sağında-solunda vd. Bu ilişkiler uzay kalıbının sonucudur, ne ki bunlar uzayın kendisi değildir. Uzay bizim bakma kalıbımızdır (Anschauungsform). Uzay kullanıldığında ise yine kendisi değil, onun a priori ortaya koyulan saf çokkatlılığı karşımıza çıkar. Dolayısıyla saf olan uzay ile empirik olan duyum (Empfindung), Kurgulama Yetisi aracılığıyla bir araya getirildiğinde ortaya hem saf hem de empirik çokkatlılığa iye olan Görünüşler (Erscheinungen) çıkar. Bundan ötürü, Görünüşlerin hem saf hem de empirik kısımlarından söz ediyoruz. Form ile çokkatlılığın (das Mannigfaltige) aynı şey olmadıklarının da altını çizdik. Çokkatlılık hem empirik hem de saf olarak söz konusudur, bunu da belirttik. Empirik çokkatlılık beş duyunun içeriğidir; saf çokkatlılık ise biçimler, büyüklükler ve yer kaplamadır.

A 20 | B 35’te Kant bize “saf tasarım”ın da ne olduğunu söylemekte: “içerisinde duyuma (Empfindung) ait olan hiçbir şeyin bulunmadığı her tasarım (transzendental anlamda) saftır.” Duyumsama Yetisi içerisinde bulunan ve dışa ilişkin duyumun onun altına getirildiği kalıp da saftır yani duyumsamadan ve deneyimden tamamen bağımsızdır. İşte bu kalıp uzaydır (Raum). Yine duyumsama yetisinin içerisinde olan ama dışa ilişkin değil, içe ilişkin her tasarımın onun altına getirildiği kalıp ise zamandır (Zeit). “Zaman dışarıda görülemez, Uzay da bizim içimizde olan bir şey olarak görülemez.” (A 23 | B 37) Zaman da saf bir bakma kalıbıdır (reine Anschauung). Bu saf kalıplar sayesinde “[g]örünüşlerin tüm çokkatlılığına, belli ilişkiler içerisinde bakılır.” (ibid.)

Kant’ın, Görünüşlerin içerisinde saf bir kısımın yani saf bir çokkatlılığın olduğu yollu savı Felsefe Tarihinin hemen hemen başlangıcında karşımıza çıkan son derece temel bir soruya da yanıt olarak düşünülebilir. Görünüşlerin Uzaydan ötürü olan kısmı saftır. Geometrici bir kağıda ya da tahtaya bir çember çizdiğinde, bu yaptığı iş, Görünüşlerin içerisindeki saf kısmı kullanmaktır. Elbette burada saf kısım kendi başına görülmemektedir ve ona hep empirik kısım da eşlik etmektedir. Ne ki geometrici rengi zorunlulukla kullansa bile, çizerken ortaya çıkarttığı, synthezlediği biçim saf bir üründür. O halde Geometrici empirik olanın içerisindeki saf kısmı kullandığından, yaptığı işin kesinliği zarar görmez. Burada Platon’un Felsefe dışındaki öteki bilgi alanlarında işaret ettiği temel bir soruna, ortaya atılmasından 2200 yıl sonra bir yanıt getirildiğini görmekteyiz. Platon, Politeia (Yönetim Biçimi) adlı yapıtının altıncı kitabının son kısmındaki “Bölünmüş Çizgi” analogia‘sında geometri, hesaplama ve diğer bilgi alanlarında iş görenlerin iş görme biçimlerine ilişkin temel eleştiriler getiriyordu. Bunlardan ilkine göre, öteki bilgi alanlarında çalışanlar, Felsefe alanında çalışanların aksine “üzerine konuştukları nesnelerin hesabını, ne kendilerine ne de başkalarına verirler” (Platon, Politeia, 510 C-E) Bu kişiler kendilerine soruşturma nesnesi edindikleri şeylerin yapısını sıkı kavramış değillerdir. Sözgelimi çember nedir, üçgen nedir, açı nedir, tek nedir, çift nedir bunu bilmezler. Bu nesnelere ilişkin üzerine ayrıntıda düşünülmemiş ve sınanmamış bir tanıma yani bir hypothesis‘e iyedirler. Araştırmalarının altına yerleştirdikleri bu sınanmamış tanımlar bu kişilerin sapasağlam bir soruşturma kurmasına engeldir. Kant’ın biçemi ile ifade edildikte, bunlar Vernunft (Akıl) ile kendilerine bakılmış nesneler değillerdir. Platon’un ikinci eleştirisi ise özel olarak geometria denilen alanda iş gören kişilere yöneliktir. Geometrinin nesnelerine baktığımızda bu nesnelerin noeton (düşünülen) olduğunu yakalarız. Platon bu düşünülen şeylerin, duyumsama alanında ayrı başına varolduğunu düşünmüyordu. Ona göre çemberin kendisi, üçgenin kendisi zihinden ayrı diye düşünülemezdi. Duyumsama alanında görülenlere (horata) baktığımızda ise, burada çembere benzeyen ya da üçgene benzeyen kimi şeyler bulmak olanaklı idi, ne ki çemberin kendisi “düşünmeden başka hiçbir yerde bulunmayan” bir nesne olarak karşımıza çıkıyordu. Dolayısıyla geometriciler çemberin kendisi üzerine akıl yürütmek ve hesaplama yapmak isterken, çembere benzer bir şeyi çizip, soruşturmalarını görülenler alanındaki bu “benzerler” (eikones) üzerinden yürütmektedirler. (Platon eikones (benzerler) sözcüğünü “Bölünmüş Çizgi”nin birinci ve üçüncü kısımlarında kullanmakta.) Görülenler alanında çemberin ve üçgenin yalnızca benzerleri vardır. Geometrici bir kağıda ya da tahtaya bir çember ya da bir üçgen çizmekle ve hesaplamasını bu çizdiği çember ya da üçgen üzerinden yürütmekle, araştırmasını ve araştırma nesnesini başka bir alana taşımakta. Görülenler alanına taşınan çember ya da üçgen artık “çemberin kendisi” ya da “üçgenin kendisi” değildir yalnızca bir benzeridir.

Platon, “Bölünmüş Çizgi”

Platon burada temel bir dert görmekte, nitekim bu alan kaydırması soruşturmanın sağlamlığını zedelemekte. Onun yakaladığı ve işaret ettiği bu soruna, Kant -doğrudan olmasa da- apaçık bir yanıt veriyor. Kant geometricinin nesnelerini bir kağıda ya da tahtaya çizmesinde, geometricinin işini zedeleyecek bir yan olmadığını, aksine geometricinin işini kotarabilmesinin ve sapasağlam kotarabilmesinin tek yolunun bu olduğunu göstermekte. Nitekim geometricinin nesneleri saf bir bakma kalıbı olan uzaydan hareketle kurulur. Kant’a göre zihinde mükemmel bir üçgen olarak “üçgenin kendisi” görülemez. “Üçgenin kendisi” zihinde bir kurala ve kavrama işaret eder ne ki zihinde bir resim (Bild) olarak görülemez (Bkz. KrV, B 180 | A 141) çünkü bu kuralın altına düşen pek çok görü vardır (Örn.: ikizkenar üçgen, eşkenar üçgen, çokkenar üçgen). O halde “üçgenin kendisi” tek tek üçgen görülerinin onun altına getirilebileceği bir kural ve bir kavramdır. Görünüşlerin saf kısmı yani saf çokkatlılık, geometricinin hesaplamasını yaparken kullandığı alandır ve o, nesnelerini kurmak için ve nesnelerinin ayırdına varmak için, bu alanı kullanmak durumundadır. Dolayısıyla onun Görünüşler alanına gitmesi, yaptığı işin sağlamlığını zedelemez. Onun upuygun nesneleri zaten bu alandadır. Ne ki o, Görünüşlerin içerisindeki empirik olan kısımla değil saf kısım ile iş görmektedir. Üçgen, Platon’un da ifade ettiği gibi görülen bir kavramdır, bir düşünce ürünüdür (horomenon eidos) (Bkz. Politeia, 510d-e).

Burada son olarak Uzayın alt-kavramlarından (Teilvorstellungen) bahsetmek istiyorum. Kant Transzendental Estetik‘in “Uzay Üzerine” kısmına yapıtın B basımında getirdiği bölümlemede ve başlıklarda, uzaydan “kavram (Begriff) olarak söz etmekte, ne ki başlığın altında bizi uzayın bir kavram olmadığı ve görü (Anschauung) konusunda uyarmakta. İlkin, bu başlık koymada ve içerikte çelişen bir şey olmadığını ve Kant’ın titizliğini hiçbir biçimde yitirmediğini söylemek gerekiyor. Başlıkları atan yeti, bu yapıtın onun aracılığıyla yazıldığı “Akıl”dır (Vernunft) ve Akıl, uzay denilen görüyü bir kavram olarak ele alabilir; neliğini sorgulayabilir. Ne ki uzay yapısı gereği, ontik olarak bir kavram değildir; bir görüdür. Uzay bir kavram değildir, kavram hep bir kural ve bir sınırlılık imler. Bir kavramdan sınırsız sayıda kavram çıkartmak olanaklı değildir. Ne ki bir Görüden hareketle bu yapılabilir (Bkz. B 40). Bir tasarım olarak görünün (Anschauung) çokkatlılığı, kavram (Begriff) denilen tasarımın çokkatlılığından farklıdır. Beriki sınırlı, öteki sınırsız bir çokkatlılığa işaret eder.

Genel Uzay Kavramları

Yine aynı kısımda (“Uzay Üzerine”) Kant, bu kavramın “Metafizik” ve “Transzendental” Açıklamalarından (Expositio, Erörterung) bahsediyor. “Bir kavramı, kendisinden hareketle synthetik a priori Bilgiler çıkabilecek bir Prinzip (başlangıç) olarak seren açıklama” transzendental bir açıklamadır (B 40). Demek ki, Uzay kavramını kendisinden sapasağlam ve yeni bilgiler ortaya koyabileceğim bir kavram olarak seriyorsam, bu ona ilişkin “transzendental açıklama” getirdiğimi imler. Burada Kant’ın uzay kavramını geometri için bir Prinzip (başlangıç) olarak koyması ve uzaydan hareketle bu alanda bilgimizin sağlam (a priori) genişlediğini göstermesi, bu transzendental açıklamanın içeriğini oluşturmakta. Uzay görüsünü synthezlediğimizde ondan sınırsız sayıda alt-tasarım ortaya çıkmakta. Ne ki bir kavramın yalnızca kendisinden hareketle bir synthesis ortaya koymak olanaklı değildir. Ancak bir kavramın yanına bir kavram getirirsek synthesis yapabiliriz. Bir kavramın salt kendisinden hareketle bir şey synthezlenemez, olsa olsa o kavram analysis ile bölünür, deşilir ve onun içerisindeki çokkatlılık apaçık serilir. Ama saf Görüden sözgelimi Uzaydan hareketle pek çok şey synthezlenebilir. Geometrinin nesneleri (üçgen, çember, vd.) buna örnektir. Kant geometrinin, üç boyutluluğun tüm “özelliklerini synthetik ve a priori olarak belirleyen” alan olduğunu söylemekte (ibid.) Dahası bu alan “apodeiktik” iş görmekte yani bu alandaki önermelerinin zorunluluğu yakalanmakta (ibid.). Dahası, uzay görüsünden hareketle, her biri bir sınırlılık imleyen “genel uzay kavramları” çıkmakta. Sözgelimi “geometrik uzay”, “Eukleides uzayı”, “uzam”, “gökyüzü” (aither, celestial space), Newton’un “relativ uzay”ı. Bunlar saf görüden çıkarttığımız alt-tasarımlardır. Elbette Newton’un genel uzay tasarımı Kant için son derece problemli bir tasarımdır. Newton’a göre uzay, diyesim mutlak anlamda uzay (absolute space), tüm yer kaplayan nesnelerin yer kaplaması için varolması zorunlu diye düşünülen ama duyumsamaya çarpmayan bir res‘tir (şey/Ding) (Krş. Isaac Newton, Principia Mathematica Philosophiae Naturalis, Scholium). Newton, uzay ve zamana ilişkin soruşturmasına başlarken açık bir tarzda bu kavramları tanımlamak ihtiyacı duymadığını belirtiyor. Nitekim ona göre bunlar “herkesçe bilinirdir, açıktır”. Burada bilim insanın iş görme tarzı ile felsefecinin iş görme tarzı arasındaki temel ayırım apaçık karşımıza çıkmakta. Yukarıda, Platon’un felsefe dışındaki diğer bilgi alanlarının bu iş görme tarzına getirdiği eleştiriyi ele aldıydık. Yineleyelim: öteki bilgi alanlarında çalışanlar, Felsefe alanında çalışanların aksine “üzerine konuştukları nesnelerin hesabını, ne kendilerine ne de başkalarına verirler” ve sanki bunlar “herkes için açıkmış gibi” iş görürler. Newton’un Principia‘nın Scholium kısmında yaptığı iş buna tipik bir örnektir.

Newton’un mutlak anlamda varolan uzayı Kant için içinde çelişki barındıran bir kavram. Kant’a göre, şeylerin kendilerine (Dinge an sich) gidildikte Uzay (Raum) hiçbir şeydir (Nichts) (B 44 | A 28). Uzay bir bakma kalıbıdır, bakmaya yarayan bir şeydir, bir “bakmalık”tır (Anschauung). Buna göre, şeylerin kendilerinde uzay var demek onların da bu bakma kalıbına iye olduğunu ve dolayısıyla onların da görebileceğini imler. Biz kendi olanaklılığımızdan hareketle, şeylerin kendilerine –per analogiam- bu kalıbı yükleyemeyiz (A 27). Bizim subjektiv yani özneye ait koşulumuz (Bedingung) bir kenara koyuldukta ve şeylerin kendilerine gidildikte, bunların nasıl şeyler olduğunu söyleyemeyiz.

Kant A 26 | B 42 ve devamında uzayın transzendental Idealität‘inden ve empirik realitesinden söz etmekte. Uzay, Newton’un sözünü ettiği gibi mutlak anlamda varolan bir şey (res) değildir, zihinden ayrı olan bir şey değildir. Transzendental olarak bakıldıkta, biz uzayın zihinde bir “ide” olduğunu görüyoruz. Bu şu demeye gelir: o salt bir zihin ürünüdür. Dolayısıyla bu transzendental bakış bize uzayın [son derece geniş anlamda kullanıldıkta] ide-olmaklığını (Idealität) göstermekte. Peki a priori kullanılan ve saf bir bakma kalıbı olan uzayın “empirik realitesi” olması ne demek? Uzayın empirik realitesi var demek, uzay empirik olanın kurulmasında söz konusu olan bir res‘tir demektir. Empirik olan da zihnimizin içinde olan bir şeydir. Empirik olan, zihnimizde ise, empirik realite’ye iye olan uzay, zihnimizin içindeki bu empirik olanı kurarken karşımıza çıkan bir şeydir. Uzayın zihinden ayrı bir realitesi yoktur. Uzay, Newton’ın sözünü ettiği gibi bir şey (Ding) diyesim mutlak anlamda varolan ama Duyumsama Yetimize çarpmayan bir şey değildir. Bu türden bir uzay tasarımının Kant için son derece problemli olduğunu yinelemek gerekiyor.

Categories
Kant Saf Aklın Eleştirisi

Kant, KrV (Saf Aklın Eleştirisi), Transzendental Estetik, “Genel Belirlemeler” | § Ders 6

Bugün Transzendental Estetik’in son kısmı (§ 8. Allgemeine Anmerkungen zur Transzendentalen Ästhetik) üzerine konuşacağız. Bu son kısımda, Kant’ın B basımında getirdiği kimi eklemeleri görmekteyiz: bunlar II, III, IV diye ufak bölümlere ayrılmış ve A basımındaki kısım da I. Bölüm olarak düzeltilmiş. Başlık “Transzendental Estetiğe İlişkin Genel Belirlemeler”. Kimi soruların yanıtını biraz daha açık kılabilmek ve eleştirilere yanıt verebilmek için tekrardan belli kısımları ayrıntıda ele alıyor Kant. Burada birkaç temel şey var ve bunların üzerinden teker teker geçeceğiz. Son olarak Transzendental Estetik’in “Sonuç” kısmında (B 73) Aklın (Vernunft) yanıtlamaya çalıştığı şu sorunun yanıtının bir parçasına bakacağız: “synthetik a priori önermeler nasıl olanaklıdır?” Yani biz deneyimden ve duyumsamdan bağımsız olarak nasıl synthesis yapabiliriz? Synthesis: bilgimizi genişletme işi. Transzendental Estetik’in “Sonuç” kısmında bu sorunun yanıtının en azından bir kısmını toplamış olduğunu belirtiyor Kant. Açıklıkla ifade edildikte burada, Transzendental Estetik’in[1] “Sonuç” kısmında yakaladığımız iki datum var: Uzay (Raum) ve Zaman (Zeit). Bunlar Kant’ın aisthesis‘e getirdiği bu transzendental bakışın sonucunda ortaya çıkıyor.[2] Bunun dışında Transzendental Estetik’in içerisinde söz konusu olan diğer şeyler (sözgelimi: duyum, empirik Görü) ya da bunlardan hareketle türetilen kimi kavramlar Transzendental Estetik’in verileri içerisinde sayılmamakta. O halde sadece uzay ve zaman Transzendental Estetik’in içerisinde, bu transzendental soruşturmanın yani birtakım şeylerin gerçekleşebilmesi için zorunlu şeyler ne, buna bakan bu soruşturmanın ortaya koyduğu ögelerdir. Peki uzay ile zaman neyin gerçekleşebilmesinin zorunlu koşuludur? Yanıt: duyumsama. Duyumsamanın kurulabilmesinin, nesnelerin tasarımlar olarak kurulabilmesinin olanaklılığının koşuludur uzay ile zaman. Bizim baktığımız (anschauen) şey ne? “Şeyler” (Dinge). Ama biz bu şeyleri kendileri nasıllarsa öyle göremiyoruz ve göremediğimiz için bunlara ilişkin bir şey de söyleyemiyoruz. (Yalınkat ve doğrudan bilemiyoruz değil, ilkin göremiyoruz daha sonra bilemiyoruz.) “Her düşünmenin araç olarak hedeflediği” (A 19 | B 33) ve ona doğru yöneldiği şey Görü (Anschauung) idi. Dolayısıyla öncelikle şunu söylemek gerekiyor: Şeyler (Dinge) an sich (kendi başlarına), bizim duyumsama yetimizden bağımsız nasıllar, biz bunu göremiyoruz. Biz onları “kendimi duyumsamak tarzımız nasılsa buna uygun biçimde görüyoruz” ve bizim Duyumsama Yetimiz (Sinnlichkeit) bir tür Alım Yetisi (Rezeptivität) yani Şeylerden etkilenebilmek olanağını taşıyor. Şey (Ding) varolmaklığı zihnime bağlı olmayan, zihnimden ayrı olarak varolduğunu düşündüğüm şey demek. Şey (Ding) = var (sein) demek. Benim zihnimden ayrı bir şey var. Peki ben bunu nereden çıkartıyorum? Yanıt: Beni etkiliyor (Affektion). Bundan hareketle zihnimden ayrı bir şey olması gerekliliğinden söz ediyorum. Ama bu “Şeyler” (Dinge) nasıl şeyler, kendileri kendi başlarına nasıllar bunu bilmiyorum; kendileri nasılsalar ben onları o şekilde zihnimde kuramıyorum, sadece benim kendi duyumsama tarzımla bu şeylere ilişkin tasarımlar (Vorstellungen) oluşturabiliyorum. Kant’ın burada üzerine konuştuğumuz 8. kısımda (“Genel Belirlemeler”) dikkat çektiği son derece temel bir şey var: Bizim zihnimizdeki tasarımlar, bu “şey”lerin (Dinge) bozulmuş, muğlak bir hali değil. Biz bunları kendileri nasıl iseler öyle göremiyoruz, şeylerin kendilerine “Görü” olarak isabet ettiremiyoruz, peki bunlara yakın bir şeyi sözgelimi bunların bir “bozuk” halini mi kuruyoruz? Hayır. Kant’a göre bizim bunlara ilişkin kurduğumuz -daha güzel ifade edildikte- bunlardan hareketle kurduğumuz tasarımla şeylerin kendileri arasında “dünyalar kadar fark var” (Himmelweit unterschieden) (A 44). Bizim şeylere (Dinge) ilişkin tasarımlarımız, bizim kendi etkilenme olanağımıza işaret ediyor. Etkilenme olanağımız ile kurduğumuz temel tasarımlara “Duyum” (Empfindung) diyoruz. Şeyler (Dinge) bizi etkiledikte, bu etkilenimin beş ayrı tarzda diyesim beş temel duyum (görme, işitme, koklama, tat alma, dokunma) aracılığıyla işlendiğini söyleyebiliriz. Bu da bizim özneye özgü yapımıza (subjektive Beschaffenheit) ilişkin bir şey: bir biçimde etkilendikte bir renk, bir tat, bir ses bizde izlenim (Eindruck) olarak yer ediyor. Ne ki bu etkilenimler ile kurduğunuz bu ham tasarımları zihnimizin içerisinde olduğu gibi bırakıyor değiliz, bunları biz düzen altına getiriyoruz. O halde biz sadece şeylerden etkileniyor ve böylelikle bütünübir tasarımlarımızı oluşturuyor değiliz. Bütünlüklü bir tasarım yani bir Görü oluşturabilmek için izlenimlerin bir düzen altına diyesim “kalıplar” altına getirilmesi gerekiyor. Yaptığımız şey ilkin şu: bu etkilenimleri uzay (Raum) kalıbı altına getirmek. (Burada Kurgulama/İmgeleme Yetisinin (Einbildungskraft) yaptığı işten de söz etmek gerekiyor ne ki bunu daha ileride ayrıntıda yapacağız.) Biz şeylerden etkilendiğimizde sadece yalıtık bir renk; kendi başına, ayrık bir ses tasarlıyor değiliz. Bizim gördüğümüz bu tasarımlar hep bir yerdedir, bir nesnededir ve nesneye ilişkindir. Nesnelerden bağımsız, ayrık, adeta serbest bir dolaşımda olan renkler, sesler, tatlar, kokular vd. duyumsuyor değiliz. Uzay kalıbı ile bu beş duyunun içeriği birleştiğinde, üç boyutluluğa iye, yer kaplayan, yayılan[3], belli bir biçime iye olan nesneler çıkıyor karşımıza. Bu nesneler belli bir büyüklükte diye tasarlanmakta, nitekim etkilenim şiddeti ile uzay denilen bakma kalıbını ne kadar doldurabilirse o kadar doldurmaktadır. Bir etkilenim benim bu bakma kalıbımı doldurduğunda ve nesne yayılabildiği kadar yayıldığında ortaya o nesnenin biçimi (Gestalt) çıkmakta. Büyüklük (Größe) nedir? Yayılımın yani etkilenimin (Affektion) uzay kalıbını doldurmasının son bulması. Biçim (Gestalt) nedir? Yayılımın yani etkilenimin uzay kalıbını doldurmasının son bulmasında karşımıza çıkan sınır[4]. Elbette tüm bu anlatılanların kurulumu bizde bir elden ve bir kerede olup bitmekte ve herhangi bir nesne yayılımlı bir tasarım olarak bizde yavaş yavaş ve derece derece kurulmamakta. Ne ki kimi kısımlara bu şekilde ayrıntıda bakmak ve bütünübir bir tasarımı, o tasarımın kurulduğu pek çok uğrak bakımından ayrı ayrı incelemek gerekiyor.

O halde biz zihinden ayrı başına var olduğunu düşündüğümüz nesnelerden (şeylerden) etkileniyoruz, dahası Duyumsama Yetisinin (Sinnlichkeit) subjektiv yapısındaki kimi ögeleri de (Uzay ile Zaman) kullanıyoruz ve Görünüşleri (Erscheinungen) kuruyoruz. O halde benim kurduğum bu tasarımlar, Görünüşler son derece bana özgü, Şeylerde karşılığı bulunamayacak olan tasarımlardır. Kant’ın dediği şu değil: Şeylerde (Dinge) bizim tasarımlarımıza benzeyen kimi şeyler var ama biz bunları tam nasıllarsa öyle kuramıyoruz, şeyleri upuygun zihnimize taşıyamıyoruz nitekim bizim Duyumsama Yetimiz sınırlı bir yapı. Aksine, bizim kurduğumuz tasarımlar son derece özgün ve bize özgü. Dahası Kant’a göre eğer uzay ve zaman Newton’ın savladığı gibi zihinden ayrı başına şeyler olsaydı, bizim kurulan duyumsamalarımız bütünüyle bir “yanılgı” (Schein) olurdu. Nitekim ayrı başına, mutlak anlamda uzay ve zaman olsaydı ve biz bunları bir biçimde zihnimize taşımağa çalışsaydık, bizim zihnimizdeki uzay ve zaman ile karşılaştırıldığında, uzayın kendisi ve zamanın kendisi arasında bir fark olacaktı. Ne ki bizim duyumsamamız bir yanılgı değil. Biz nesnelerin kendilerinde olan özelliklerini, zihnimizin sınırlılığına göre zihne taşıyor değiliz. Bizim duyumsamamız bir Schein (Yanılsama) değil Erscheinung (Görünen bir şey). Nesnelerin yani şeylerin kendilerine gidildikte zaman (Zeit) ve uzay (Raum) hiçbir şeydir (Nichts). Dolayısıyla, bendeki zamanın bir benzeri acaba şeylerin kendilerinde de var mı sorusuna son derece açık bir yanıt veriyor Kant. Zamanın ve Uzayın bakma kalıpları olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Bunlar bizim onlar aracılığıyla nesneleri tasarımlar olarak kurduğumuz ve gördüğümüz kalıplar. O halde bu çok özel bakma ya da tasarımlama kalıpları eğer şeylerde olsaydı bu herhalde öyle bir şey demeye gelirdi: Şeyler de duyumsuyor! (Leibniz’in bir yanılgısı) Bizim bakma tarzımız şöyle: şeylerden (Dinge) bize gelen tüm etkilenimleri uzay kalıbının altına getiriyoruz yani hepsini bu etkilenimleri üç boyutlu, yayılımlı, bir biçime ve büyüklüğe iye olan tasarımlar olarak nesneler haline getiriyoruz. Nesneleri belli bir büyüklüğe, biçime iye olan dolayısıyla uzay kalıbı altına getirilmiş (zorunlulukla sınırlandırılmış) nesneler olarak kurduğumuzda, tasarımlar olarak nesneler arasında kimi ilişkiler ortaya çıkmakta: yer, konum (bir nesnenin başka bir nesneye göre yeri). Konum ve yerden söz edebilmemin ön koşulu nesneleri üç boyutlu tasarımlar olarak kurmaktır. Tüm bunlar, etkilenimleri uzay kalıbı altına getirmenin sonuçlarıdır. Demek ki “şu nesne şurada” dediğimizde, biz uzaydan ötürü söz konusu olan ve görülen bir ilişkiye işaret ediyoruz. Bizim duyumsamamızın içeriği ve sonucu yani bizim tasarımlarımız ve Görünüşler birer yanılgı (Schein) değil. Bunlara yakın diye düşünülecek bir şey, şeylerin kendilerinde (Dinge an sich) var değil. Buradan hareketle şunu da belirtmek gerekiyor: Leibniz’in kendi özel Dinglerine yani monadlara ilişkin belirlemeleri, Kant’ın Kritik ve Kritik sonrası döneminde reddettiği belirlemeler olarak karşımıza çıkmakta. Nitekim Leibniz’in savladığı gibi, nesnelerin kendileri duyumsayamaz, bir perceptio olanağına iye olamaz. Ben salt kendimden hareketle (per analogiam) ve başka bir gerekçe göstermeksizin nesnelerin kendilerine duyumsama olanağı yükleyemem; yapılarını çıkartamayacağım şeylere ilişkin kendi olanaklılıklarımdan hareketle ve salt bir benzetme ile konuşamam. Monadlar, Leibniz’e göre, duyumsayan (perceptio olanağına iye olan) ama duyumsadıklarını duyumsayamayan varolanlar. Demek ki bunlar Apperzeption olanağına iye değil. Leibniz bunların durumunu bizim uyurkenki ya da baygınkenki halimize benzetiyor (Bkz. Monadoloji, 14, 20, 21). Yine de Leibniz’in monadları Kant’ın Ding‘lerine kimi bakımlardan benziyor. Nitekim eğer uzay şeylerin kendilerine gidildikte hiçbir şeyse, bu Ding’ler -tıpkı monadlar gibi- bir yerde değiller, yer kaplıyor değiller. Nitekim yer, konum, biçim büyüklük hep uzay görüsünden ötürü görünen (erscheinen) ilişkiler. Leibniz’in monadları da tıpkı Kant’ın Ding’leri gibi yer kaplamıyor ne ki bunaların perceptio‘ya iye oldukları iddası Kant için temellendirilemeyecek nitelikte. Hangi hakla şeylerin kendilerine insan zihni için söz konusu olan bir olanağı diyesim duyumsayı yükleyebiliriz? Bunların duyumsadıklarını göstermek için yeter sebep yoktur ve Leibniz de Kant’a göre bu işi per analogiam (bizim yapımızdan hareketle bir benzetme ile) kotartmakta ve şeylerin kendilerine duyumsama olanağı yüklemektedir. İşte asıl yanılgı (Schein) budur. Burada duyumsamanın içeriği ve Görünüşler (Erscheinungen) alanı bir kenara koyulur, üzerinden atlanır, “aşılır” ve şeyler (Dinge) üzerine konuşulur. Aklın (Vernunft) niçin bu türden sınır aşımlarından pay aldığını ileride açık kılmaya çalışacağız. Kant yaptığı iş ile diyesim bu Kritik çalışması ile, aklın belli bir anlamda ifade edildikte “dogmatik” kullanımını engellemeye çalışmaktadır. Bizim üzerine konuşabileceğimiz nesneler yalnızca bize “verilen” nesnelerdir yani bizim tasarlayabildiğimiz, bize (“ben”=Anlama Yetisinin kökü) Duyumsama Yetisinin verdiği tasarımlar olarak nesnelerdir. Düşünme ve konuşma (logos) ise ilk defa Anlama Yetisinin alanına adım atıldıkta burada kurulan yapılar (Kavramlar) ile söz konusu olmaktadır. Duyumsamanın içeriğine baktığımda burada konuşma, söz, kavram, önerme, sav (logos) yoktur; burada kotarılan iş görmektir (anschauen). Görülerin yani duyumsama yetisinin ürünlerinin, Anlama Yetisinin kavamları olmadan “kör” olması (B 75 | A 51) ise şu demeye geliyor: Anlama Yetisi olmadan 1) siz bu görülerin kurulduğunu yakalayamazsınız (adeta monadlara dönersiniz: duyumsadığınızı duyumsayamazsınız), duyumsadıklarınızın ayırdına varamazsınız; 2) duyumsadıklarınızı duyumsadıktan sonra bunların üzerine bir şey söyleyebilmeniz, bunları kavramlar düzeyine taşıyabilmeniz için yine Anlama Yetisinin temel kavramlarına ihtiyacınız var. Bundan ötürü Kant “Kavramlardan bağımsız Görüler kördür, içeriksiz Kavramlar ise boştur.” (B 75| A 51) diyor. Buradaki içerik (Materie) yani kavramların içeriği Görülerdir. Kavramlar kendi başlarına bir imlem (Bedeutung) ve anlamdan (Sinn) bağımsızdır.

O halde bizim duyumsamamızın ürünleri salt bir yanılgı ya da yanılsama (Schein) değildir; bunlar görünen şeylerdir (Erscheinungen). Bu berikiler bizim son derece özgün tasarımlarımızdır. Nesnelerin kendilerinin (Dinge an sich yani duyumsama yetisinden bağımsız olarak “şeyler”) ise bizim tasarımlarımız gibi olduğunu söylememek gerekiyor. Bizim özneye özgü yapımızı bir kenara koyduğumuzda acaba şeylerin kendileri nasıldır, bunu bilemiyoruz. Dinge an sich: Bizim Duyumsama Yetimizden bağımsız, bizim şeylere bakma koşullarımızdan bağımsız ele alındıkta şeyler demek. Burada Dinge (şeyler) ve Dinge an sich diye iki ayrı şey olmadığını da belirtmek gerek. “An sich” bir vurgudur ve ohne Sinlichkeit (Duyumsama Yetisinden bağımsız) demeye gelir.

8. Kısım (“Genel Belirlemeler”) içerisinde Kant “iç duyu”dan (innerer Sinn) da bahsetmekte. Ne ki bunu yapmada çok ileri gitmesi mümkün değil, nitekim iç duyu üzerine konuşabilmek için, iç duyunun kalıbının kendisi ile bir bağlantı içerisinde düşünüldüğü “Anlama Yetisi” (Verstand) üzerine konuşması gerekiyor. Transzendental Estetik içerisinde iç duyunun/iç Görünün/iç deneyimin kalıbından (=zaman) bahsederken yine bunu bir sınırlılık içerisinde yapmakta. Bizim zihnimizde kurulan tasarımların tümü “eninde sonunda” zaman kalıbı altına getirilmekte. Bizim duyumsadıklarımız, anımsadıklarımız, imgelediklerimiz vd. bize hep zaman kalıbı altında görünmekte. Bu ne demeye geliyor? Biz tasarımları hep birbirini önceler, sonralar ya da aynı andadır diye görüyoruz. Zihindeki tasarımların bu öncelik, sonralık ya da aynı andalık ilişkilerini sağlayan şey zaman kalıbıdır. Zihinde ortaya çıkan tasarımlara, kendi zihin durumumuza (Zustand) bir kalıp altında bakıyorsak ve tasarımları dizen bu kalıp zaman ise (burada örtük olarak şunu söylediğimizi de ön plana taşımak gerekiyor: ben kendi durumuna (Zustand) bakıyorum ve kendi empirik “Ben”imi görüyorum) bu kalıp aracılığıyla gördüğüm şeylerin dışarıda diye gördüğüm ya da tasarladığım şeylerden farkını sermek gerekiyor. İçe bakarken kullandığım kalıp uzay değil; zaman. Bu şu demeye gelir: Kendi ruhumu, zihnimi, dışarıda diye tasarladığım nesneler gibi üç boyutlu, yer kaplayan bir şey olarak göremiyorum. O halde uzay kalıbını kullanmadan, yalnızca zaman kalıbı ile tasarımları diziyorum. Ortaya ne çıkıyor? Yanıt: duyumsayan ben, anımsayan ben, imgeleyen ben, düşünen ben. Tüm tasarımlarım böylece zaman kalıbı altına getiriliyor. O halde ben kendime baktığımda, kendi iç durumuma baktığımda şunu göreceğim: hangi tasarım hangi tasarımı öncelemekte, sonralamakta; hangi tasarım hangi öteki tasarım ile aynı anda görünmekte. Peki “ben”in kendisine bakmasında ve kendisini görmesinde ve kendisine ilişkin bir Apprehensio/Wahrnehmung (Algı) ortaya koymasında bir tuhaflık yok mu? Kant’a göre yok, buna ilişkin ayrıntılı bir açıklamayı da Transzendental Mantık içerisinde bize verecek. Zihindeki tek tek tasarımlardan hangilerinin hangilerini öncelediğini, sonraladığını ve hangi tasarımların hangi öteki tasarımlarla aynı anda görüldüğünü yakalayabilmem için -eğer bu yakalama bir duyumsama ise- benim kendimi etkilemem gerekir. Kant’a göre “Ben” kendimi etkilediğimde kendimi (kendi durumumu) görebiliyorum. Ne ki bu konuya upuygun bir açıklık getirebilmek için Kant’ın bize Apperzeption‘un, Cogito‘nun ne olduğunu sermesi gerekiyor. Dahası kişinin kendisini etkilemesinin, “Ben”in zihni (Gemüt) etkilemesinin ne demeye geldiği de açık kılınmalı. “Ben” zihni etkiliyor. “Ben”, zihni, dışarıda diye kurulan tasarımlar (Erscheinungen) aracılığıyla ve bunlar ile ilişki içerisinde etkiliyor. Demek ki ben kendime dışarıda diye kurulan tasarımlarla bir ilişki içerisinde bakmaktayım. Kişinin kendisine kendi başına bakması diye bir şeyden söz etmek mümkün değil. Bu ne demek? Duyumsadıklarım, duyumsadıklarım bir materie oluşturdukta anımsadıklarım, düşündüklerim ve imgelediklerim zihnimin içeriğini oluşturmakta. Ben hep dışarıda diye tasarladığım nesneler ile ilişki içerisinde kendime bakıyorum. Dolayısıyla kendi “ben”ime kendi başına bakmak, salt bir düşünce olarak “Ben”in kendisine bakmak diye bir şeyden söz edemiyoruz. Dolayısıyla “Ben”in empirik olarak yakalanması (duyumsayan Ben, anımsayan Ben, imgeleyen Ben, duygulanımlarla birlikte giden Ben) bir tür etkilenim: kişinin kendi zihnini (Gemüt) kendi düşünmesi aracılığıyla ve düşünmesinin de nesnesiyle yani duyumsamalar da hesaba katıldıkta etkilemesi işi. Ich denke (Cogito/Düşünüyorum) actus‘unun düşündüğü şey nedir? Her şeyden önce duyumsadığım şeylerdir. Bu berikilerden hareketle bir şeyleri anımsamak, imgelemek söz konusu olur. Kişi kendisini hep öteki nesnelere göre yakalar. Kişinin demek ki kendi “Ben”ine ilişkin kurduğu bir Görünüşü (Erscheinung) var. İç duyu (innerer Sinn) bu empirik “Ben”in onun aracılığıyla yakalandığı duyumdur. Kişinin kendi “Ben”ine bakması demek kendi zihnine ve zihin süreçlere bakması ve kendi “Ben”ini, duyumsayan Ben, anımsayan Ben, imgeleyen Ben, düşünen Ben, duygulanımlar kuran Ben olarak yakalaması demeye gelir. Burada karşımıza son derece dağınık bir “Ben” çıkmakta (duyumsayan Ben, imgeleyen Ben, anımsayan Ben vd.) Ne ki tüm bunların arka planında yalın bir tasarım olarak saf Ben (Ich) zihni, dışarıya ilişkin kurulan duyumsalar bakımından ve bunlarla ilişki içerisinde etkilemekte. Kurulan etkilenimler ise yine zaman kalıbı altına getiriliyor ve onda diziliyor. O halde bizim kendi empirik “Ben”imiz de zaman kalıbı altında görülüyor ise (ne ki gördüğümüz bu empirik ben üç boyutluluğa iye değil nitekim bu etkilenimler uzay ile kalıplanmıyor) diyesim bizim kendimize ilişkin bu iç bakışımız zaman kalıbı aracılığıyla oluyor ise ve biz zamanı kendi başına (zihinden ayrı) bir şey olarak ele alırsak, kendi “Ben”imize ilişkin kurduğumuz Görünüş (Erscheinung) de bir Yanılsama (Schein) haline gelir. Nitekim ayrı başına (mutlak anlamda) bir zaman var ise ve biz de kendimizi zaman içerisinde görüyor isek bizim kendimiz ile birlikte giden zaman da duyumsamaya taşınmış bir zaman diyesim zamanın repraesentatio‘su olacaktır. Ne ki bizim kendi empirik “Ben”imiz bir Yanılgı değildir. Biz kendi “Ben”imizi kendi kurgulamamız (Einbildung) olan zaman kalıbı altında görüyoruz ve bu tasarım (zaman) yalnızca bizim için söz konusu. O halde kendi “Ben”imizi onun altında yakaladığımız ve ona göre dizdiğimiz zaman kalıbı sadece sadece bizde olduğu için, iç duyunun ürünü de bir iç Görünüştür (innere Erscheinung).

Intuitus Derivativus – Originarius

Intuitus originarius, intellektuelle Anschauung‘dur yani Anlama Yetisine (intellectus/Verstand) özgü Görüdür. Bu türden görü bizde bulunmuyor. Bizim intellectus‘umuz (Anlama Yetisi) düşünebilen ama göremeyen bir yeti, o yüzden o, düşüneceği şeyi başka bir yetiden ödünç almak durumundadır. Bizim Duyumsama Yetimiz (Sinnlichkeit) ise görebilen ama düşünemeyen bir yetidir. Dolayısıyla bu iki yetinin (Verstand ve Sinnlichkeit) bilginin kurulabilmesi için birlikte çalışmaları gerekir. Bizim Anlama Yetimiz ancak ve ancak başka bir yerden, bir derivasyon ile Görüsünü alabilir. O halde bizdeki Görü (Anschauung) derivativus‘tur; intellectus‘un kendisinin içinden çıkan bir Görü değildir. Bizde, üzerine düşünülecek olan materie‘yi (içerik) anlama Yetisine verecek olan yeti Duyumsama Yetisidir. Ne ki bu iş sadece bizim zihnimiz için böyle kotarılmakta. Olanak halinde başkaca da olabilir. Kant’ın Urwesen (kök-varolan) dediği Tanrı ona göre, kendi düşüneceği şeyi kendisi yapar ve yaratırdı; başka bir yerden almazdı; başka bir yerden hareketle bir intuitus kurmazdı. Bu kök-varolan, kendisi kendi içinde, kendi yapısından hareketle bir intuitus ortaya koyabilir, göreceği şeyi kendisi yaratabilir. Ne ki biz göreceğimiz şeyi kendi intellectus‘umuz ile yaratamıyoruz ve onu Sinnlichkeit‘tan almak durumundayız. Dolayısıyla “ben”i “ben” yapan kısım Duyumsama değil. “Ben”in içerisinde bulunduğu kısım, “Ben”in kökü Anlama Yetisi (Verstand). Duyumsama “ben”li bir şey değil; bundan ötürü sonradan “Ben”i Duyumsamaya yedirmek durumunundayız (bkz. Apperzeption Synthesis’i). O halde bizim Anlama Yetimiz düşünebilen bir Anlama Yetisi ama görebilen bir Anlama Yetisi değil. Eğer “görebilen” bir Anlama Yetisi (Verstand/Intellectus) olsaydı bu şu demeye gelirdi: düşüneceği şeyi kendisi gören, yapan, yaratan bir intellectus‘umuz vardır. Ne ki bu bizim için söz konusu değil. Yukarıda da belirttiğimiz gibi eğer bir Urwesen olarak Tanrı varsa o böyle bir görmekten, diyesim Anlama Yetisi ile görmekten pay alıyor olabilir. Bu türden bir intellectus düşüneceği şeyi başka bir yerden yani bir derivatio ile almak durumda değildir. Biz ise düşüneceğimiz şeyi Duyumsama Yetisinden alıyoruz ve Anlama Yetisine veriyoruz. Anlama Yetisi ise kendiliğindenlik (Spontaneität) özelliğine iye olan bir yeti olarak, önüne düşüneceği bir şey geldiğinde “düşünmeden edemez”.

O halde Kant ile birlikte iki ayrı görüden (Anschauung/intuitus) söz ettik. Bunlardan biri sınırlı bir intellectus‘a iye olan, insan olabilen varolanların, kendisinden pay aldığı intuitus derivativus. Bu görü intellectus‘un içinde söz konusu olmaz, Duyumsama Yetisinden hareketle intellectus‘a verilir. Ötekisi ise üzerine düşüneceği şey için Duyumsama Yetisine ihtiyaç duymayan bir intellectus‘un kendisinin yaptığı görü: intuitus originarius. Bu türden bir intellectus, düşüneceği şeyi kendisi yapar, yaratır ve daha sonra onun üzerine düşünür.

Transzendental Estetik içerisinde yani Duyumsama Yetisine ilişkin kotarılan bu transzendental soruşturmanın sonucunda a priori açığa çıkan iki datum var: Uzay (Raum) ve Zaman (Zeit). Aklın (Vernunft) bu Kritik’i yazmasında üstlendiği bir ödev var ve bu ödev şu soru ile ifade edilebiliyor: “syntetik a priori önermeler nasıl olanaklıdır?” Bu soru şu şekilde açılabilir: Acaba biz deneyimden duyumsamadan bağımsız bilgimizi genişletebiliyor muyuz? Eğer Akıl, bilgimizi duyumsamadan ve deneyimden bağımsız genişletemeyeceğimizi ortaya koyarsa o halde bu Hume’un bıraktığı yerden (“karşılaştırmalı zorunluluk ve genellik”) hareketle bir adım atamayacağımız anlamına gelir. İşte uzay ile zaman, Transzendental Estetik soruşturması içerisinde karşımıza a priori çıkan ve “syntetik a priori önermeler nasıl olanaklıdır?” sorusunun yanıtlanabilmesi için kullanabileceğimiz iki öge. Kant’a göre, bilgimizin a priori olarak nasıl genişletilebileceği konusunda saf matematik bize “parıldayan bir örnek” sunmakta. Buraya bakıldığında bu alanlarda üzerine konuşulan nesnelerin kendilerinin de a priori kurulduğu yani saf (rein) olduğu söylenmelidir. Sözgelimi kurgulama yetisinin saf synthesis‘i aracılığıyla Görünüşlere yerleştirilen “biçimler” (Gestalten) ve bunlardan hareketle kavramlar olarak kurulan “şekiller”. Uzay eğer Newton’un da ifade ettiği gibi zihinden ayrı bir şey olarak düşünülürse, zihinde bir repraesentatio olarak kurulan uzay yine bir yanılsama (Schein) olmak durumundadır. Biz, uzay ile zamanı yalnızca zihnimizde varolan ögeler olarak düşünürsek bunlardan hareketle ortaya koyduğumuz bilgilerin sapasağlam olduğunu söyleyebiliriz. Ya da Locke’un öne sürdüğü gibi nesnelerin kendilerindeki uzay ile zihnimdeki uzay arasında bir ayırım olduğunu kabul edersek, o zaman yine aritmetiğin ve geometrinin sağlamlığını yani a priori olmaklığını bunlardan almak durumunda kalırız. Newton’un uzay tasarımına baktığımızda bu uzay, duyumsamaya çarpmayan, mutlak anlamda varolan, sınırsız bir “şey”dir ve tüm duyumsanabilenlerin yer kaplayabilmesi için zorunludur. Kant bu türden bir uzay tasarımına bir Unding (non-res) diyor. Non-res varolması olanaklı olmayan bir şeydir ve kavramın kendisindeki bir çelişkiye işaret eder.


[1] Transzendental Estetik “transzendental bir duyumsama” demeye gelmiyor; aksine o, transzendental olarak duyumsama yetisine bakma işi. Bir bakış transzendental olduğu zaman, ortaya koyduğu ürünler a priori olarak elde edilmiş, zihnin içerisinde a priori kurulmuş ve kullanımı olan ürünler olur ya da bu transzendental bakış ile kendilerinden birtakım a priori bilgilerin çıkmasının olanaklı olduğu ögeler serilir. Kant “Estetik” sözcüğünün Almanca’da “Beğeni Theorisi” olarak kullanıldığını ama kendisinin bu sözcüğü Greklerin kullandığı gibi kullandığını (aistheta kai noeta: duyumsananlar ve düşünülenler) da belirtiyor (B36) . Bu türden bir ayırım (düşünülenler alanı ve duyumsama alanı) 1770 tarihli Dissertatio‘da (“De Mundi Sensibilis atque Intelligibilis Forma et Principiis”) da bulunuyor. Kant, bu beriki metinde duyumsananlar ile düşünülenlerin ilkeleri ve yasaları üzerine konuşmak istiyordu; Kritik der reinen Vernunft içerisinde ise Dissertatio’da yanıtlayamadığı pek çok sorunun yanıtını veriyor. O halde bu kısımda yani Transzendental Estetik içerisinde bizim Duyumsama Olanaklılığımıza “transzendental” bir bakış fırlatılmakta. Bu bakış ile ortaya pek çok şey çıkıyor ama bunlardan hangilerini Transzendental bir Estetik soruşturmasının datum‘u olarak ortaya koyabiliriz sorusu, ortaya çıkan parçalardan hangileri saftır (rein) ya da a priori olarak kurulabilir sorusu ile birlikte gidiyor. Ne ki duyumsama yetisine ilişkin transzendental soruşturmanın sonucunda ilineksel olarak empirik kimi şeyler de açığa çıkmakta. Sözgelimi: duyum (Empfindung). Görünüşülere (Erscheinungen) analysis yaparak diyesim bunları bölerek, deşerek ortaya çıkartmak istediği asıl şey ise görünüşlerin saf kısmı, empirik değil.

[2] Diğer parçalarını nereden toparlayacağız? Yanıt: Transzendental Mantık soruşturması ile, zihnin düşünmeye yetili kısmından.

[3] Yayılım/yayılmak sınırsız olamaz. Sınırsız bir nesne tasarlanamaz, görülemez. Her şeyden önce, bir etkilenimin (Affektion) uzay kalıbının içerisine yerleştirilmesi uzamlı, yayılımlı, üç boyutlu bir nesne görmemizin sebebidir. Bir nesnenin hangi biçimde olacağı ya da görüneceği önceden bilinebilecek bir şey değildir yani bizim şeylerden (Dinge) nasıl etkileneceğimiz önceden çıkartabileceğimiz bir şey değildir. Ne ki bir etkilenimin şiddeti, uzay kalıbının kullanımında ortaya çıkacak olan Görünün nasıl olacağını belirler. Bir etkilenimin uzay kalıbı ile kalıplanmasında ortaya üç boyutlu, yayılımlı, belli bir sertliği-yumuşlaklığı, kuruluğu-ıslaklığı, sıcaklığı-soğuluğu, rengi, geçirmezliği, biçimi ve sınırı olan bir nesne çıkıyor ise bu şu demeye gelir: etkilenim işlenmiştir ve uzay kalıbı ile kalıplandıkta, yayılabileceği yere kadar yayılabilmiştir. Benim uzay kalıbım, şu belli nesneyi tasarım olarak oluşturabilecek şiddetteki etkilenimi (Affektion) kalıplamaya yetili olabilir ama etkilenim bizim kalıplayamaycağımız kadar şiddetli olursa, üç boyutlu nesne kurulamaz. Bir nesnenin sınırsız olması demek Uzay kalıbı ile kalıplanamayacak şiddette bir etkilenime ve Uzay kalıbının upuygun doldurulamamasına işaret etmekte. Biz uzay kalıbı ile kalıplayamayacağımız bir etkilenim (Affektion) ile karşı karşıyaysak uzay kalıbının kullanımı söz konusu olmaz. Yine, bir şeyin “büyük”, “küçük” olması ne demeye gelir, bunlar üzerine Kant 3. Kritik’te “müthiş olan”a (das Erhabene) ilişkin ortaya koyduğu belirlemeler içinde konuşmakta. 

[4] Krş. Platon, Menon, 76 a-b.