Categories
Kant Saf Aklın Eleştirisi

Kant, KrV (Saf Aklın Eleştirisi) Transzendental Estetik § 1, 2 ve 3: Uzay (Raum) Üzerine | § Ders 4

Bugün “Transzendental Estetik”in başlangıç kısmı ve “Uzay Üzerine” konuşacağız. Transzendental Estetik’in ilk kısmı (§ 1.) son derece açık bir biçimde, Transzendental Estetik içerisinde ve sonraki kısımlarda sözgelimi Transzendental Mantık içerisinde işimize yarayacak kavramların içeriği sermekte. Kant burada, üzerine konuştuğu pek çok kavramın tanımı vermekte; “Uzay Üzerine” ve “Zaman Üzerine” başlıklı kısımlar içerisinde üzerine ayrıntıda konuştuğu şeylerin temelini atmakta.

Transzendental Estetik’in ilk kısmının ( § 1.) hemen ilk tümcesine bakalım. Bu ilk tümce açıklıkla serilirse, geri kalan kısımlar da bizim için olabildiğince açık hale gelecek.

“Bir bilgi (Erkenntnis) nesnelere hangi tarzda ve hangi araçla bağlanırsa bağlansın; yine de, bilginin, onun aracılığıyla nesnelere dolaysız bağlandığı ve araç olarak her düşünmenin hedeflediği şey görüdür (Anschauung).”

Kant, KrV, A 19 | B 33

İlkin şu dikkatimizi çekmekte: “bilgi nesnelere bağlanıyor”. Şu açık: zihinden hareketle nesneye doğru gidiliyor. Kant’ın bakışı “nesneden zihne” değil, “zihinden nesneye” doğru. Demek ki zihinde bir “bilgi” ya da bir zihin kurgulaması (Erkenntnis/Cognitio) var ve bu “bilgi” ya da zihin kurgulaması “nesnelere bağlanıyor”. Kant bilginin kurulmasını, nesneden hareketle zihinde kurulan yapılarla ve alışıldık bir sıralamaya göre anlatmamakta. “Bilgi nesnelere hangi tarzda ve hangi araçla bağlanırsa bağlansın…”: “hangi tarzda”? Yani ister a priori bağlansın, ister a posteriori bağlansın; ister deneyimden ve duyumsamadan bağımsız olarak bağlansın, ister deneyimden hareketle bağlansın…”Hangi araçla”? Yani ister Anlama Yetisi (Verstand) ile bağlansın, ister Yargı Gücü (Urteilskraft) ister Akıl (Vernunft) ile bağlansın “tam da işte onun aracılığıyla bunlara (nesnelere) bilginin dolaysızca bağlandığı şey görüdür (Anschauung).” (ibid.) Bir bilgi ya da zihin kurgulaması, nesnelere ancak bir şey aracılığıyla bağlanabiliyorsa, kendisi kendi başına, dolaysız biçimde, nesnelere bağlanamamaktadır demektir. Nitekim bir şey aracılığıyla nesnelere dolaysız bağlanabiliyorsa, kendisi kendi başına dolaysız bağlanamıyor, dolaylı bağlanıyordur; arada başka bir şey olduğunda ancak nesnelere ulaşabiliyordur. Demek ki bilginin nesnelere bağlanması bizde yalınkat dolaysızca olmuyor. Peki “araç olarak düşünce” ne demek? Düşünce araçtır (Mittel). Neyin aracı? Sapasağlam bir bilgi (Erkenntnis) kurmanın aracı. Kant’ın “Transzendental Mantık” içerisinde verdiği pek çok örnekte, düşünmenin araç olmaklığı son derece açık: kalıp olarak, kendi başına ele alınan bir düşünme, diyesim belli türden materie‘sine henüz iye olmayan bir düşünme olabilir. Ne ki, ne zaman bu kalıp olan düşünme, bir şeyi düşünür ve ortaya bir şey koyar, o zaman asıl amaçlanan şeye erişilmiş olunur. Amaç bilginin kendisidir; düşünce (logos, legein) ise araçtır. “Her düşünme” de “araç olarak” bir şeyi hedefler, ona doğru gider.

Kant’a göre, düşünmenin (denken) üç ayrı tarzı (modus) vardır (Bkz. KrV, A 75 | B 100 Kant’ın dip notu) ve biz bunları üç ayrı düşünme yetisi üzerinden yakalarız. Üç ayrı düşünme yetisinin düşünmeleri farklı tarzda düşünmelerdir. Örneğin Anlama Yetisinin (Verstand) son derece kendine özgü ve sınırlı bir düşünmesi vardır. Anlama Yetisi, olanın öyle olduğunu söyler. Öte yandan Yargıgücünün (Urteilskraft) düşünmesi Anlama Yetisinden farklıdır. Yargıgücü, Anlama Yetisinin ortaya koyduğu önermelerden hareketle, bunları temel (Grund) alarak ve bunların üzerine basarak, bir ya da birden çok sonuç (Folge) çıkartır. Düşünmenin üçüncü modus‘unu biz Akıl (Vernunft) denilen yeti içerisinde bulmaktayız. “Akıl, a priori bilginin ilkelerini”; sapasağlam ilkeleri, yasaları “kişinin eline veren yetidir.” (KrV, A 11 | B 24) Bu yeti aracılığıyla biz “niçin?” sorusunu sorarız ve belli türden çıkarımlar (Schlüsse) ortaya koyarız. İmdi düşünme, ister Anlama Yetisinin düşünmesi olsun, ister Yargıgücünün düşünmesi olsun, ister Aklın düşünmesi olsun araçtır. Amaç ise sapasağlam bir bilgi kurmaktır, düşünmenin kendisi değildir. “Araç olarak her düşünmenin, kendisini hedeflediği şey Görüdür (Anschauung).” Görü bir tasarımdır (Vorstellung). Zihnin içerisinde farklı türden tasarımlar vardır ve her şeyden önce şunu belirtmek gerekir: insan olabilen varolanların zihni tasarımlamaya yetili bir zihindir (Vorstellungsfähigkeit); o, farklı yetileri (Vermögen/Facultas) bakımından farklı tasarımlar ortaya koyabilir. Görü sözcüğü İngilizce çevirilerde [Kant’ın da kullandığı] Latince karşılığından hareketle intuition (intuitio) olarak karşılanmakta. Intuitio hiçbir biçimde “sezgi” demeye gelmemektedir. Intuitio, bakmak, görmek demeye geliyor. Anschauung/intuitio temelde iki biçimde söylenir: 1. görülen şey olarak “görü”; 2. bakmaya yarayan şey, “bakmalık”. Bizde her bilgi ya da zihin kurgulaması (Erkenntnis) doğrudan, nesnelerin kendilerine bağlanamamakta, nesnelerin tasarımlarına yani görülerine bağlanmakta. Nesnelerin kendileri burada şeylerin kendileri (Dinge an sich) demeye geliyor. Şeylerin kendileri, Kant’ın varolmaklıklarını zihine bağlamadığı nesnelerdir. Bunların olduğunu söylemek zorunlu. Şey (Ding) demek, “var” demektir. Ding (şey) kendisine ilişkin, positiv olarak, varolduğundan başka bir şey söyleyemeyeceğimiz bir şeydir. Buradaki “an sich” (İngilizce çevirisi ile “in itself”) vurgusu “ohne Sinnlichkeit” (=duyumsama yetisinden bağımsız) demeye gelmekte. Burada Kant Ding (şey) ve Ding an sich (şeyin kendisi) diye iki ayrı şeyden söz etmemektedir. Şeyin kendisi (Ding an sich), Duyumsama Yetimizi (Sinnlichkeit) ve onun etkilenerek kurduğu tasarımları, dahası genel olarak tasarımlama-yetililiğini (Vorstellungsfähigkeit) bir kenara bıraktığımızda, bizi etkileyen her ne ise, yalıtık biçimde ona işaret eder. Zihnimden ayrı bir şey olduğunu nasıl yakalıyorum? Yanıt: Etkilenim (Affektion) ve “tasarımların alımı” (Rezeptivität) sayesinde. Alım Yetisi, Duyumsamayı da içerisinde barındıran, geniş bir kavram. Bizdeki bize özgü alım yetisinin adı Duyumsama (Sinnlichkeit). Bizde duyumsama tarzında bir alım söz konusu. O halde, zihinden ayrı (“dışında” değil!) diye düşünebileceğim kimi şeyler var ve bunlar beni etkiliyor. Geçtiğimiz derste, felsefe tarihindeki zihin soruşturmalarında sıklıkla tutulan yolu “ürünler”, “etkinlikler” ve “olanaklılıklar/yetiler” diye belirlemiştik. O halde onun üzerinden etkilendiğimi yakaladığım bir tür ürün olması gerek. Bu ürün ise duyumdur (Empfindung). Duyumsama denilen Alım, bizde beş (5) farklı tarzda söz konusu olur: görme, işitme, koklama, tat alma ve dokunma. Bu etkinliklerden hareketle kurulan tasarımlara duyum (Empfindung) diyor Kant.

O halde bilgi nesnelere yani şeylerin kendilerine dolaylı olarak, bunların tasarımları üzerinden bağlanıyor. Bizde her düşünme hep tasarımlara yöneliyor; nesnenin kendisine yönelmeğe kalktığında ise (nitekim buna girişebilir, bir sınırlama yok) bilgimiz genişlemez (synthesis) ama biz genişlediği yanılgısı (Schein) içerisinde olabiliriz. Eğer nesnelere ilişkin sağlam bir şey söylemek istiyorsak, bunların kendilerine değil de tasarımlarına (Repraesentatio: kimi şeylerin yerine benim zihnimde duran ve beliren şey) yönelmemiz gerek. Metinde karşımıza çıkan bir sonraki tümce de bu söylediklerimizi destekler tarzda:

“Ne ki bizde bu (bilginin nesnelere bunların tasarımları aracılığıyla bağlanması) ancak ve ancak nesne verildikte olur.” (KrV, A 19 | B 33) Nesnenin verilmesi? Nesne duyumsama yetisi içerisinde bir tasarım olarak kurulur ve düşünülebilmesi için Anlama Yetisine (Verstand) verilir. O halde ilkin şu açık: bizde bilgi şeylerin kendilerine değil bunların tasarımlarına yani bunlardan hareketle bizde kurulması olanaklı olan biricik yapıya bağlanıyor. Ne ki, bilginin bu tasarımlara bağlanabilmesi için bu tasarımların kurulmuş olması gerek. Bu nasıl oluyor? “Biz insanlarda bu (nesnenin verilmesi) ancak ve ancak şöyle olanaklıdır: nesnelerin kendileri bizim zihnimizi belli bir tarzda etkiledikte.” (ibid.) Nesnenin kendisi bizi bir tarzda etkilemezse, bir Affektion söz konusu değilse bizde tasarımlar olarak duyumsananlar kurulmaz. Tasarımlar olarak duyumsananlara Aristoteles pathos, David Hume ise impression diyordu. Kant da bu berikini kendi dilindeki karşılığı (Eindruck) ile kullanmakta.

Demek ki, nesnenin kendisi beni etkileyebiliyor; benim de ondan bir tarzda etkilenebilmek olanağım var. Bu etkilenmek, duyumsamak tarzında bir etkilenmektir. Duyumsamak, salt bir maruz kalmak demeye gelmez. Ben etkilendiğimde, kendi yapımca bir ürün ortaya koyarım. Benim yapım hem duyumsama hem de öteki yetiler bakımından sınırlı bir yapı. İşte ben bu sınırlı yapımla, bu etkilenimi işliyorum ve bir ürün ortaya koyuyorum. Bu ürün, izlenim (Eindruck) ya da -Kant’ın kendi özel terminus‘u ile- duyumdur (Empfindung). Nesnelerden etkilendikte kurduğumuz şey duyumdur.

Takip eden tümcede Kant, bizdeki Alım Yetisiden (Rezeptivität) yani Duyumsama (Sinnlichkeit) denilen yetilikten (Fähigkeit) söz ediyor ve ekliyor: “O halde, duyumsama aracılığıyla bize nesneler verilir.” Nesnenin “biz”e verildiği vurgusu son derece temel. Nesne bize yani kendi “Ben”imize, onu düşünelim diye veriliyor. Kant bu düşünebilen “Ben”den (Ich) daha sonra ayrıntıda söz edecek. Dahası “…sadece ve sadece duyumsama yetisi bize Görüler sağlar.” Bizde yalnızca duyumsama yetisi aracılığıyla görü (intuitus/Anschauung) kurulabilir. Bu türden bir görüye Kant duyumsama yetisine ait görü (sinnliche Anschauung/sensible intuition) diyor. Sinnliche/sensible Anschauung/intuition, duyumsama yetisinin kurduğu, duyumsama yetisine ilişkin, duyumsama yetisinden çıkan görü demek. Eğer görünün sinnlich/sensible olanı varsa, böyle olmayanı da var demektir. Bizim kuramayacağımız, bizim yapımız için söz konusu olamayacak bir Görü (Anschauung/intuitus) türü var. Ne ki biz düşüncede, böyle bir görünün de olanaklı olduğunu (bizim için olanaklı olmasa bile) söyleyebiliyoruz. Bu Görüye Kant intellektuelle Anschauung diyor. Intellektuel burada “intellectus’a ait” demeye gelmekte. Nitekim bu beriki görü, Anlama Yetisi yani intellectus‘un ürünü. Ne ki insan olabilen varolanlar olarak bizim intellectus‘umuz bu türden (intellektuel) bir görü oluşturamamakta. Bizdeki Anlama Yetisinin, görü ortaya koyamaması diyesim onun “görememesi ama düşünmesi” şu demeye gelmekte: biz düşüneceğimiz nesneyi kendimiz yaratamıyoruz. Zihnimizden ayrı olduğunu düşündüğümüz şeyler (Dinge) bizi etkiledikte ve bizde nesne Duyumsama Yetisi (Sinnlichkeit) aracılığıyla verildikte, biz düşünecek nesne bulabiliriz. Üzerine düşüneceği nesneyi de kendisi yapan, yaratan; kendi Görüsü kendi poiesis‘i olan bir varolan, belki de bir Urwesen (kök-varolan) olabilir; Tanrı intellectus‘u bu tarzda iş görebilir. Ne ki insan olabilen varolanlar bu şekilde iş görmemekte ve onlar için intellektuel diyesim Anlama Yetisinden çıkan bir Görü söz konusu olmamakta. Bizde, Duyumsama ve Düşünme iki farklı temel yetiye işaret etmekte ve ancak bu iki temel olanaklılık bir araya geldikte, bizde bir şey asıl anlamda düşünülmekte ve ortaya bilgi (Erkenntnis) koyulmakta.

Metine geri dönelim: “O halde Duyumsama Yetisi aracılığıyla bize nesneler verilir ve yalnızca Duyumsama Yetisi bize görüleri sağlar; ama bu Görüler, Anlama Yetisi aracılığıyla düşünülürler ve Anlama Yetisinden kavramlar çıkar.” (KrV, A 19 | B 33) “Anlama Yetisinden kavramlar çıkar”? Burada Anlama Yetisinin kurduğu empirik ya da duyumsama-yetisine-ilişkin (sinnlich) kavramlardan (ötekine örnek “arı”, berikine örnek “üçgen”, “çember”) söz edilmekte. Anlama Yetisi saf ve transzendental kavramların da “doğum yeri”dir (Geburtsort) ne ki metnin bu kısmında, genel olarak Görüleri düşünen Anlama Yetisinin ortaya koyduğu kavramlardan söz edilmekte. Dolayısıyla bu kavramlar transzendental ve saf olamaz. Anlama Yetisi tıpkı Duyumsama Yetisi gibi, tasarımlama yetililiğine (Vorstellungsfähigkeit) iyedir. Ne ki onun kendine özgü tasarımları Görü (Anschauung) değil Kavramlardır (Begriffe). Kavram ve Görü arasında son derece temel bir fark var. Kant conceptus üzerine konuşurken son derece sıkı ayırımlara gitmekte ve kendisinden önceki düşünürlerin, sözgelimi Locke ve Hume’un kullanımlarını oldukça inceltmekte. Hume, Locke’un son derece geniş idea kullanımını bunun içerisinden impressions‘ı (izlenimler) ayırarak bir ölçüde daraltmış olsa bile (nitekim Locke zihin ürünü olan hemen her tasarlamaya “ide” diyordu), bu inceltme Kant için yeterli görünmüyor. Kant’ın kavrama ilişkin getirdiği kimi ayırımlardan daha önce söz ettiydik. Burada bunların kısaca üzerinden geçelim: conceptus communis, notio, Aklın özel kavramları olarak ideler vd. Yine bu farklı türden kavramların kurulmasında, zihnin farklı türden iş görme biçimleri var. Kant bunları da Kritik adlı yapıtlarında ele almakta.

Genel olarak kavramın (Begriff) ise Görüden (Anschauung) son derece sıkı bir biçimde ayrıldığını görmekteyiz. Hem kavram hem de görü birer tasarım (Vorstellung). Her ikisi de hem empirik hem de saf (duyumsamadan ve deneyimden tamamen bağımsız) olabilir. Saf (rein) bir sıfat olarak, zarf olan a priori‘den farklı tarzda, belli ögeler için söylenir. Bunların aralarındaki temel fark nedir? Her şeyden önce şunu belirtmek gerekiyor: bu iki cognitio (zihin yapıntısı) farklı yetilerden (Vermögen/Facultas) ortaya çıkmakta. Görülerin yeri Duyumsama Yetisi (Sinnlichkeit), sıkı anlamda kavramlarınki ise Anlama Yetisidir (Verstand). Kavram hep bir sınırlılık imler. Bir kavramdan, bu kavram nice yüklü ya da ne kadar çokkatlı (mannigfaltig) bir kavram olursa olsun, sınırlı sayıda alt-kavram çıkar. Kavramlar içerikleri bakımından hep synthetiktir. Görüler ise kavramlar gibi bir sınırlılık içermemekte. Her ikisi de tasarım olmalarına rağmen, kavramlardan sınırlı sayıda alt-kavram çıkar Görü için ise durum epey farklıdır. Görü öyle bir çokkatlılığa (Mannigfaltigkeit) iyedir ki ondan sınırsız sayıda kavram çıkabilir. Görünün kendisinden kavram syntezlemek mümkün. Görünün bir tasarım olarak sınırsızlığı, sınırsız sayıda sınırlı tasarım yani kavram kurmağa olanak verir. Saf görülerden (reine Anschauungen) hareketle kimi sınırlandırmalarla/ daraltmalarla (Einschränkungen) kavram ortaya koyulabilir. Bir kavramı, ideyi, bir conceptus communis‘i, notio‘yu, karşılaştırma içeren kavramları kurmanın farklı yolları vardır. Saf görülerin üzerine basarak kavram oluşturmak, son derece özel bir kavram yapmağa işaret eder. Bu, sözgelimi bir conceptus communis ya da notio oluşturmaktan son derece farklıdır. Bu türden yani saf Görülerden kavram oluşturma işini biz ilkin geometri denilen alanın temel kavramlarında yakalamaktayız. Nitekim geometrinin temel kavramları, saf olarak zihinde bulunan ve saf bir kullanımı olan uzay (Raum) görüsünden hareketle oluşturulmaktadır. Bunların nasıl kurulduğundan ileride ayrıntıda söz edeceğiz. Burada Kavram ile Görünün bu apaçık farklılığına işaret etmekle yetinelim. Kavramlar sınırlılık imler ve her kavramın bir kuralı vardır. Anlama Yetisi aracılığıyla kurulan bir kavramın kuralı, bir felsefeci tarafından, Akıl (Vernunft) aracılığıyla, felsefece apaçık serilebilir. Bir kavramın kuralı örtük bir tarzda, adeta “kör” bir işlemle kurulur. Bir saf görünün kavramınkine benzer bir sınırlılığı yoktur. Saf görülerden hareketle sınırsız sayıda yan ya da alt-tasarım (Teilvorstellung) kurmak mümkün. Saf görülerden hareketle kurulan bu tasarımlar kimi öteki bilgi alanlarının temelini de oluşturmakta.

Zihne bir analysis yapıldığında ortaya çıkan ögeler acaba 1. Felsefenin (ya da “Metafizik”in) işine yarayacak mı? II. Öteki bilgi alanlarının işine zaten yaramakta mı? Zihnin içerisinde ne gibi saf ögeler var? Kant Matematiğin bize bilgimizi genişletmede, bunu a priori yapmada, hatta bu işi ögelerine varasıya, deneyimden ve duyumsamadan bağımsız (rein/saf) kotarmada “parıldayan bir örnek” sunduğunu söylemekte. (A 5 | B 8) Peki matematikçi bunu nasıl yapabiliyor? Onun apodeiksis‘i (tanıtlaması) yani bir yerden hareketle apaçık serdiği sonuç önermeleri nasıl bu denli sağlamlık ve kesinlik içerebiliyor? Yanıt: Çünkü saf matematiğin kökü zihnin içerisinde; onun en temel nesneleri duyumsamadan ve deneyimden bağımsız olarak zihinde kuruluyor. Geometrinin ve aritmetiğin ondan beslendiği alan sınırsız bir alandır. Nitekim bunların temelinde saf görüler (reine Anschauungen) vardır ve görü “içerisinden sınırsız sayıda kavram çıkartabileceğimiz bir tasarımdır” (B 40). Saf görüden hareketle çok farklı tasarımlar kurmak ve bunların özelliklerini tanıtlamak mümkün.

Empirik olan, zihnin içerisindedir.

Metine geri dönelim. Kant B 34 ve devamında duyumdan (Empfindung) söz ediyor. Duyum, “bir nesnenin biz bundan etkilendikçe, tasarımlama yetisi üzerindeki etkisidir” (A 20). Kant bu tanımın hemen peşi sıra “empirik görü” ile “Görünüş” üzerine de konuşmakta. “Nesneye duyum aracılığıyla bağlanan Görü empiriktir. Empirik bir Görünün belirli olmayan nesnesine ise Görünüş (Erscheinung) denir. Görünüşlerin içerisindeki bu duyum dediğim şey ise Görünüşlerin materie‘sidir.” (ibid.) Materie içerik demek. Görünüşlerin hem bir içeriği hem de bir kalıbı (Form) var. Materie ve Form Kant’ın Ortaçağdan, Ortaçağın da Aristoteles’ten içini boşaltarak aldığı bir kurma. Ortaçağ, Aristoteles’in hyle ve eidos‘unu, materie ve forma olarak karşılarken bu kavramların Aristotelesçe belirlenmiş içeriklerini olduğunu gibi bunlardan ayıklamıştı. Heidegger de Ursprung des Kunstwerkes (Sanat Eserinin Kökeni) başlıklı metninde buna dikkat çekiyor. Heidegger hyle ve eidos‘un Antikçağdan Ortaçağa taşınırken, Greklerin bu kavramlara kendi Existenz‘lerinden hareketle yükledikleri şeyin tamamen ortadan kaldırıldığını haklılıkla söylemekte. Bu hiçbir zaman gelişigüzel bir çeviri çalışması değildir. Kant’ın da Ortaçağdan aldığı ve upuygun kullanımını soruşturduğu pek çok kavram var ve onun Materie ve Form kavramlarını kullanımı da düpedüz ortaçağcadır. Bizim kurduğumuz tasarımlar olarak Görünüşlerde (Erscheinungen) içerik (materie) duyumdur (Empfindung) ve bu, tasarımlarımızın empirik kısmıdır. Empirik ne demeye gelir? Her şeyden önce, empirik zihnin dışında olan bir şey değildir. Empirik olan, zihnin içerisindedir. “Empirik” zihnin içerisinde olan ama zihnin kendisinden hareketle ve kendi başına kuramadığı bir şey demeye gelir. Zihnin, kurabilmek için kendisinden başka bir şeyin onu bir biçimde etkilemesine ihtiyaç duyduğu şey empiriktir. Burada, empirik olanı, farklı alanlardaki önermelerini sınamada bir kriterion (ölçüt) olarak gören kişilerin bu iş görme biçimlerine ilişkin örtük bir eleştiri karşımıza çıkıyor. Nitekim bunların zihinden ayrı diye düşündükleri ve tam da bu özelliğinden ötürü önermelerinin içeriğine ölçüt diye aldıkları bu “empirik olan”, zihinden başka bir yerde değildir ve bir tasarımdır (Vorstellung). O halde empirik olan, zihnimde ise, zihnimdeki önermeyi empirik olanla karşılaştırmam ve sınamam, zihnimdeki bir şeyi yine zihnimdeki başka bir öge ise sınamam demeye gelecektir. Zihnimdeki bir cognitio‘nun zihnimdeki başka bir cognitio‘ya ölçüt diye alınıp alınamayacağı (sözgelimi Duyumsama Yetisinin ürünleri Anlama Yetisinin ürünleri için ölçüt olabilir mi sorusu) ise başka bir soruşturmanın konusudur.

O halde duyum (Empfindung), Görünüşlerin (Erscheinungen) içerisindeki empirik olana işaret etmekte. Dahası duyum Görünüşlerin içeriğidir (materie). Duyum (Empfindung) bizim zihnimizin salt kendisinden hareketle ve kendi başına kurabileceği bir şey değil. Duyumun kurulabilmesi için bizim şeylerden etkilenmemiz gerek (affizieren). Bu etkilenme beş tarzda gerçekleşmekte: görme, işitme, koklama, tat alma ve dokunma. Bu etkilenimlerin sonuçları ise herhangi bir renk, bir ses, koku, tat ve dokunma duyumsaması ile yakaladığımız karşıt çiftleridir. Ne ki bu beş duyunun içeriği, diyesim duyum (Empfindung), zihinde serbest dolanımda değildir. Zihinde kendi başına, ayrık bir ses, bir renk (sözgelimi hiçbir nesneye bağlı diye tasarlanamayan bir ses; hiçbir şeye yüklenmeyen, ayrı başına bir kırmızı görüsü) yoktur. Duyum yani Görünüşlerin içeriği (materie) hep bir nesneye yüklenir tarzda tasarlanır ve böyle görülür. O halde Görünüşlerin içerisinde bu türden empirik bir çokkatlılık (Mannigfaltigkeit) yakaladığımızı söylemek zorunlu. Empirik çokkatlılığı, içerisindeki farklı uğraklar bakımından ayrıştırmak saf bir çok katlılığa bunu yapmaktan daha kolaydır. Nitekim farklı duyuların, bunların ortaya koyduğu duyumların dahası bir duyumun farklı sonuçlarının (sözgelimi farklı renklerin, farklı seslerin) izi Görünüşlerde kolaylıkla sürülebilir. Ne ki görünüşlerin içerisinde sadece bunlara içerik (materie) diye tasarlanan bir empirik çokkatlılığı değil ayrıca bunlara kalıp (Form) diye düşünülen bir saf (rein) çokkatlılığı yakalamaktayız. “Farklı farklı duyumlar belli bir biçimde düzenlensin diye” orada olan, yani Duyumsama Yetisinin içinde olan bir şey vardır. “Görünüşlerin çokkatlılığı belli ilişkiler içerisinde düzenlensin, belli ilişkiler içerisine girsin diye” (A 20 | B 34) biz Görünüşlerin içerisine başka bir şey daha koymaktayız. Nitekim duyumsama yetisinin içeriği ve ürünleri yalnızca duyum ve bunun çokkatlılığından ibaret değildir. Biz bu empirik çokkatlılığı yani duyumun çokkatlılığını belli ilişkiler içerisinde bir düzene sokuyoruz. Bunu nasıl yapıyoruz? Yanıt: bunları kalıplar (Formen) altına getirerek. Bu kalıplar yine Duyumsama Yetisinin (Sinnlichkeit) içerisindedir; bunların kullanımı ise Kurgulama/İmgeleme Yetisine (Einbildungkraft) bağlıdır. Kurgulama Yetisi olarak Einbildungkraft ya da Imaginatio inşa eden, kuran (einbilden) bir yetidir ve Görünüşlerin Görünüşler olarak kurulumu büyük ölçüde buna bağlıdır. Demek ki empirik çokkatlılık belli ilişkiler içerisine getirilsin ve bir düzene girsin diye zihnimizdeki kalıp [kurgulama yetisi aracılığıyla] devreye girmekte. Peki sonuç olarak ortaya çıkan şey nedir? Yanıt: Duyumsama Yetisinin ürünleri olarak Görünüşler ya da empirik Görüler (empirische Anschauungen). Görünüş, Kant’a göre iki biçimde söylenir: bunlardan biri dışa ilişkin Görünüşler (äußere Erscheinungen) diğeri ise kendi durumum ve kendi Ben’im ile ilgili olan “iç Görünüşler”dir (innere Erscheinungen). Bunlardan iç Görünüşler uzay ile kalıplanmaz dolayısıyla “içime baktığımda uzay görülmez” (B 37 | A 23). Uzay dışa ilişkin görülerin (äußere Anschauungen) kalıbıdır. Dışa ilişkin diye kurduğum bu tasarımlar, şu türden ilişkileri içerir: iç-dış, sağ-sol, kuzey-güney-doğu-batı, alt-üst. Bu ilişkilerin tamamı uzaydan ötürüdür. O halde ilkin şunu söylemek gerekiyor: kurduğumuz bu Görünüşlerin içerisinde -ki bu Görünüşler birer ürün olarak zihnimizdedir ve “dışa ilişkin görü” ile biz aslında zihnimizdeki bir Cognitio‘ya bakmaktayız- 1. kendi başımıza, salt kendimizden hareketle kuramayacağımız bir empirik içerik (materie) vardır; II. etkilendiğimizde kullandığımız ama etkilenerek kurmadığımız kalıplar (Formen) vardır. Peki biz etkilendiğimizde ne olmakta? Kalıp (form) bir biçimde (yani Kurgulama Yetisi aracılığıyla) içerik (materie) ile bir araya gelmekte. İçerik empiriktir, kalıp (form) ise saftır. Ya da Kant’ın kendi sözcükleri ile belirtirsek: “…bizde tüm Görünüşün içeriği yalnızca a posteriori verilidir; bunun kalıbı ise zihinde onun için a priori hazır duruyor olmalıdır ve o halde tüm duyumdan bağımsız ve yalıtık olarak incelenebilir” (ibid.). O halde Görünüşlerin içerisinde bir saf kısım var, demek ki etrafımızda baktığımızda yakaladığımız nesnelerin bütünüyle empirik olduğunu söyleyemeyiz. Ne ki bir şeyin içerisinde empirik bir şey karışırsa -o şeyin içerisinde saf ögeler olsa bile- bir ürün olarak o şey empirik olmakta. Görünüşlerin içerisindeki bu saf kısım sayesinde geometri diye bir alandan yani sapasağlam bir bilgi alanından (reine Wissenschaft) söz edebiliyoruz. Geometri, nesneleri saf kurulan, tanıtlamaları a priori kotarılan ve bilgimizi genişleten (synthesis-synthetik) bir alandır.

Burada ayrıntıda üzerine konuşmağa çalıştığımız saf çokkatlılık (das reine Mannigfaltige) kalıp (Form) ile aynı şey demeğe gelmez. Görünüşlerin içerisinde kalıp (Form) olduğunu yukarıda da belirttik. Ne ki bu kalıp –produktiv Kurgulama Yetisi (Einbildungskraft) aracılığıyla, içerik (Materie) ile bir araya geldiğinde yani bu yeti içeriği kalıba kalıbı da içeriğe yedirdiğinde- Form artık başka bir şey haline gelmekte. İşte buna das Mannigfaltige (Çokkatlılık) diyoruz. Dolayısıyla, ilkin Kurgulama Yetisinin, uzay kalıbının altına getirdiği farklı duyumlar (Empfindungen) ile, karşımıza bir saf çok katlılık olarak uzayın çokkatlılığı çıkmakta. Bu kalıp altına getirme işi bir birleştirmedir, bir synthesis‘tir; gelişigüzel bir bir araya getirme, bir yığma ve bir yığın (aggregatum) oluşturma asla değildir. Kurgulama Yetisinin (Einbildungkskraft) bu saf produktiv kullanımı ile ortaya çıkan saf çokkatlılık tam da nedir? Yanıt: biçimler (Gestalten), büyüklük (Größe) ve yer kaplama (extensio). Burada karşımıza üçboyutluluğa iye, yer kaplayan tasarımlar çıkar. Peki, herhangi bir nesnenin materie‘sinin diyesim duyumun nereye kadar uzanacağı, bir nesnenin ne kadar yer kaplayacağını belirleyen şey nedir? Yanıt: Affektion‘un şiddeti. Farklı Affektion‘ların farklı şiddetleri vardır. Bir Affektion‘un şiddeti artabilen ya da eksilebilen, diyesim intensiv bir büyüklüğe iyedir. Bir Affektion, Uzay kalıbı ile kalıplandığında ortaya yayılımlı bir nesne çıkar. Burada duyumun içeriği, sözgelimi renk, sertlik-yumuşaklık, sıcaklık-soğukluk, ıslaklık-kuruluk Görünüşler alanında, bu alanı oluşturacak tarzda, yayılabileceği kadar yayılır. Nesne nereye kadar yayılabiliyorsa oraya kadar yayıldığında (burada belirleyici olan Affektion’un şiddetidir) ortaya nesnenin biçimi (Gestalt) ve büyüklüğü (Größe) çıkar.

Dolayısıyla Kant, bizim üçboyutlu görebilme (anschauen) olanağımıza “uzay” (Raum) demekte. Uzay denilen bakma kalıbı aracılığıyla, nesneleri yayılan şeyler olarak görebilmekteyiz. Biz bu tarzda, nesneleri tasarımlar olarak (bir noktadan üç yere doğru yayılabilen diyesim üç Dimension‘a iye nesneler olarak) kurduğumuzda, diyesim Affektion‘ları kalıplamağa devam ettikçe, kimi ilişkiler de ortaya çıkmakta. Bu ilişkiler şöyle sayılabilir: altında-üzerinde, yanında, ötesinde-berisinde, sağında-solunda vd. Bu ilişkiler uzay kalıbının sonucudur, ne ki bunlar uzayın kendisi değildir. Uzay bizim bakma kalıbımızdır (Anschauungsform). Uzay kullanıldığında ise yine kendisi değil, onun a priori ortaya koyulan saf çokkatlılığı karşımıza çıkar. Dolayısıyla saf olan uzay ile empirik olan duyum (Empfindung), Kurgulama Yetisi aracılığıyla bir araya getirildiğinde ortaya hem saf hem de empirik çokkatlılığa iye olan Görünüşler (Erscheinungen) çıkar. Bundan ötürü, Görünüşlerin hem saf hem de empirik kısımlarından söz ediyoruz. Form ile çokkatlılığın (das Mannigfaltige) aynı şey olmadıklarının da altını çizdik. Çokkatlılık hem empirik hem de saf olarak söz konusudur, bunu da belirttik. Empirik çokkatlılık beş duyunun içeriğidir; saf çokkatlılık ise biçimler, büyüklükler ve yer kaplamadır.

A 20 | B 35’te Kant bize “saf tasarım”ın da ne olduğunu söylemekte: “içerisinde duyuma (Empfindung) ait olan hiçbir şeyin bulunmadığı her tasarım (transzendental anlamda) saftır.” Duyumsama Yetisi içerisinde bulunan ve dışa ilişkin duyumun onun altına getirildiği kalıp da saftır yani duyumsamadan ve deneyimden tamamen bağımsızdır. İşte bu kalıp uzaydır (Raum). Yine duyumsama yetisinin içerisinde olan ama dışa ilişkin değil, içe ilişkin her tasarımın onun altına getirildiği kalıp ise zamandır (Zeit). “Zaman dışarıda görülemez, Uzay da bizim içimizde olan bir şey olarak görülemez.” (A 23 | B 37) Zaman da saf bir bakma kalıbıdır (reine Anschauung). Bu saf kalıplar sayesinde “[g]örünüşlerin tüm çokkatlılığına, belli ilişkiler içerisinde bakılır.” (ibid.)

Kant’ın, Görünüşlerin içerisinde saf bir kısımın yani saf bir çokkatlılığın olduğu yollu savı Felsefe Tarihinin hemen hemen başlangıcında karşımıza çıkan son derece temel bir soruya da yanıt olarak düşünülebilir. Görünüşlerin Uzaydan ötürü olan kısmı saftır. Geometrici bir kağıda ya da tahtaya bir çember çizdiğinde, bu yaptığı iş, Görünüşlerin içerisindeki saf kısmı kullanmaktır. Elbette burada saf kısım kendi başına görülmemektedir ve ona hep empirik kısım da eşlik etmektedir. Ne ki geometrici rengi zorunlulukla kullansa bile, çizerken ortaya çıkarttığı, synthezlediği biçim saf bir üründür. O halde Geometrici empirik olanın içerisindeki saf kısmı kullandığından, yaptığı işin kesinliği zarar görmez. Burada Platon’un Felsefe dışındaki öteki bilgi alanlarında işaret ettiği temel bir soruna, ortaya atılmasından 2200 yıl sonra bir yanıt getirildiğini görmekteyiz. Platon, Politeia (Yönetim Biçimi) adlı yapıtının altıncı kitabının son kısmındaki “Bölünmüş Çizgi” analogia‘sında geometri, hesaplama ve diğer bilgi alanlarında iş görenlerin iş görme biçimlerine ilişkin temel eleştiriler getiriyordu. Bunlardan ilkine göre, öteki bilgi alanlarında çalışanlar, Felsefe alanında çalışanların aksine “üzerine konuştukları nesnelerin hesabını, ne kendilerine ne de başkalarına verirler” (Platon, Politeia, 510 C-E) Bu kişiler kendilerine soruşturma nesnesi edindikleri şeylerin yapısını sıkı kavramış değillerdir. Sözgelimi çember nedir, üçgen nedir, açı nedir, tek nedir, çift nedir bunu bilmezler. Bu nesnelere ilişkin üzerine ayrıntıda düşünülmemiş ve sınanmamış bir tanıma yani bir hypothesis‘e iyedirler. Araştırmalarının altına yerleştirdikleri bu sınanmamış tanımlar bu kişilerin sapasağlam bir soruşturma kurmasına engeldir. Kant’ın biçemi ile ifade edildikte, bunlar Vernunft (Akıl) ile kendilerine bakılmış nesneler değillerdir. Platon’un ikinci eleştirisi ise özel olarak geometria denilen alanda iş gören kişilere yöneliktir. Geometrinin nesnelerine baktığımızda bu nesnelerin noeton (düşünülen) olduğunu yakalarız. Platon bu düşünülen şeylerin, duyumsama alanında ayrı başına varolduğunu düşünmüyordu. Ona göre çemberin kendisi, üçgenin kendisi zihinden ayrı diye düşünülemezdi. Duyumsama alanında görülenlere (horata) baktığımızda ise, burada çembere benzeyen ya da üçgene benzeyen kimi şeyler bulmak olanaklı idi, ne ki çemberin kendisi “düşünmeden başka hiçbir yerde bulunmayan” bir nesne olarak karşımıza çıkıyordu. Dolayısıyla geometriciler çemberin kendisi üzerine akıl yürütmek ve hesaplama yapmak isterken, çembere benzer bir şeyi çizip, soruşturmalarını görülenler alanındaki bu “benzerler” (eikones) üzerinden yürütmektedirler. (Platon eikones (benzerler) sözcüğünü “Bölünmüş Çizgi”nin birinci ve üçüncü kısımlarında kullanmakta.) Görülenler alanında çemberin ve üçgenin yalnızca benzerleri vardır. Geometrici bir kağıda ya da tahtaya bir çember ya da bir üçgen çizmekle ve hesaplamasını bu çizdiği çember ya da üçgen üzerinden yürütmekle, araştırmasını ve araştırma nesnesini başka bir alana taşımakta. Görülenler alanına taşınan çember ya da üçgen artık “çemberin kendisi” ya da “üçgenin kendisi” değildir yalnızca bir benzeridir.

Platon, “Bölünmüş Çizgi”

Platon burada temel bir dert görmekte, nitekim bu alan kaydırması soruşturmanın sağlamlığını zedelemekte. Onun yakaladığı ve işaret ettiği bu soruna, Kant -doğrudan olmasa da- apaçık bir yanıt veriyor. Kant geometricinin nesnelerini bir kağıda ya da tahtaya çizmesinde, geometricinin işini zedeleyecek bir yan olmadığını, aksine geometricinin işini kotarabilmesinin ve sapasağlam kotarabilmesinin tek yolunun bu olduğunu göstermekte. Nitekim geometricinin nesneleri saf bir bakma kalıbı olan uzaydan hareketle kurulur. Kant’a göre zihinde mükemmel bir üçgen olarak “üçgenin kendisi” görülemez. “Üçgenin kendisi” zihinde bir kurala ve kavrama işaret eder ne ki zihinde bir resim (Bild) olarak görülemez (Bkz. KrV, B 180 | A 141) çünkü bu kuralın altına düşen pek çok görü vardır (Örn.: ikizkenar üçgen, eşkenar üçgen, çokkenar üçgen). O halde “üçgenin kendisi” tek tek üçgen görülerinin onun altına getirilebileceği bir kural ve bir kavramdır. Görünüşlerin saf kısmı yani saf çokkatlılık, geometricinin hesaplamasını yaparken kullandığı alandır ve o, nesnelerini kurmak için ve nesnelerinin ayırdına varmak için, bu alanı kullanmak durumundadır. Dolayısıyla onun Görünüşler alanına gitmesi, yaptığı işin sağlamlığını zedelemez. Onun upuygun nesneleri zaten bu alandadır. Ne ki o, Görünüşlerin içerisindeki empirik olan kısımla değil saf kısım ile iş görmektedir. Üçgen, Platon’un da ifade ettiği gibi görülen bir kavramdır, bir düşünce ürünüdür (horomenon eidos) (Bkz. Politeia, 510d-e).

Burada son olarak Uzayın alt-kavramlarından (Teilvorstellungen) bahsetmek istiyorum. Kant Transzendental Estetik‘in “Uzay Üzerine” kısmına yapıtın B basımında getirdiği bölümlemede ve başlıklarda, uzaydan “kavram (Begriff) olarak söz etmekte, ne ki başlığın altında bizi uzayın bir kavram olmadığı ve görü (Anschauung) konusunda uyarmakta. İlkin, bu başlık koymada ve içerikte çelişen bir şey olmadığını ve Kant’ın titizliğini hiçbir biçimde yitirmediğini söylemek gerekiyor. Başlıkları atan yeti, bu yapıtın onun aracılığıyla yazıldığı “Akıl”dır (Vernunft) ve Akıl, uzay denilen görüyü bir kavram olarak ele alabilir; neliğini sorgulayabilir. Ne ki uzay yapısı gereği, ontik olarak bir kavram değildir; bir görüdür. Uzay bir kavram değildir, kavram hep bir kural ve bir sınırlılık imler. Bir kavramdan sınırsız sayıda kavram çıkartmak olanaklı değildir. Ne ki bir Görüden hareketle bu yapılabilir (Bkz. B 40). Bir tasarım olarak görünün (Anschauung) çokkatlılığı, kavram (Begriff) denilen tasarımın çokkatlılığından farklıdır. Beriki sınırlı, öteki sınırsız bir çokkatlılığa işaret eder.

Genel Uzay Kavramları

Yine aynı kısımda (“Uzay Üzerine”) Kant, bu kavramın “Metafizik” ve “Transzendental” Açıklamalarından (Expositio, Erörterung) bahsediyor. “Bir kavramı, kendisinden hareketle synthetik a priori Bilgiler çıkabilecek bir Prinzip (başlangıç) olarak seren açıklama” transzendental bir açıklamadır (B 40). Demek ki, Uzay kavramını kendisinden sapasağlam ve yeni bilgiler ortaya koyabileceğim bir kavram olarak seriyorsam, bu ona ilişkin “transzendental açıklama” getirdiğimi imler. Burada Kant’ın uzay kavramını geometri için bir Prinzip (başlangıç) olarak koyması ve uzaydan hareketle bu alanda bilgimizin sağlam (a priori) genişlediğini göstermesi, bu transzendental açıklamanın içeriğini oluşturmakta. Uzay görüsünü synthezlediğimizde ondan sınırsız sayıda alt-tasarım ortaya çıkmakta. Ne ki bir kavramın yalnızca kendisinden hareketle bir synthesis ortaya koymak olanaklı değildir. Ancak bir kavramın yanına bir kavram getirirsek synthesis yapabiliriz. Bir kavramın salt kendisinden hareketle bir şey synthezlenemez, olsa olsa o kavram analysis ile bölünür, deşilir ve onun içerisindeki çokkatlılık apaçık serilir. Ama saf Görüden sözgelimi Uzaydan hareketle pek çok şey synthezlenebilir. Geometrinin nesneleri (üçgen, çember, vd.) buna örnektir. Kant geometrinin, üç boyutluluğun tüm “özelliklerini synthetik ve a priori olarak belirleyen” alan olduğunu söylemekte (ibid.) Dahası bu alan “apodeiktik” iş görmekte yani bu alandaki önermelerinin zorunluluğu yakalanmakta (ibid.). Dahası, uzay görüsünden hareketle, her biri bir sınırlılık imleyen “genel uzay kavramları” çıkmakta. Sözgelimi “geometrik uzay”, “Eukleides uzayı”, “uzam”, “gökyüzü” (aither, celestial space), Newton’un “relativ uzay”ı. Bunlar saf görüden çıkarttığımız alt-tasarımlardır. Elbette Newton’un genel uzay tasarımı Kant için son derece problemli bir tasarımdır. Newton’a göre uzay, diyesim mutlak anlamda uzay (absolute space), tüm yer kaplayan nesnelerin yer kaplaması için varolması zorunlu diye düşünülen ama duyumsamaya çarpmayan bir res‘tir (şey/Ding) (Krş. Isaac Newton, Principia Mathematica Philosophiae Naturalis, Scholium). Newton, uzay ve zamana ilişkin soruşturmasına başlarken açık bir tarzda bu kavramları tanımlamak ihtiyacı duymadığını belirtiyor. Nitekim ona göre bunlar “herkesçe bilinirdir, açıktır”. Burada bilim insanın iş görme tarzı ile felsefecinin iş görme tarzı arasındaki temel ayırım apaçık karşımıza çıkmakta. Yukarıda, Platon’un felsefe dışındaki diğer bilgi alanlarının bu iş görme tarzına getirdiği eleştiriyi ele aldıydık. Yineleyelim: öteki bilgi alanlarında çalışanlar, Felsefe alanında çalışanların aksine “üzerine konuştukları nesnelerin hesabını, ne kendilerine ne de başkalarına verirler” ve sanki bunlar “herkes için açıkmış gibi” iş görürler. Newton’un Principia‘nın Scholium kısmında yaptığı iş buna tipik bir örnektir.

Newton’un mutlak anlamda varolan uzayı Kant için içinde çelişki barındıran bir kavram. Kant’a göre, şeylerin kendilerine (Dinge an sich) gidildikte Uzay (Raum) hiçbir şeydir (Nichts) (B 44 | A 28). Uzay bir bakma kalıbıdır, bakmaya yarayan bir şeydir, bir “bakmalık”tır (Anschauung). Buna göre, şeylerin kendilerinde uzay var demek onların da bu bakma kalıbına iye olduğunu ve dolayısıyla onların da görebileceğini imler. Biz kendi olanaklılığımızdan hareketle, şeylerin kendilerine –per analogiam- bu kalıbı yükleyemeyiz (A 27). Bizim subjektiv yani özneye ait koşulumuz (Bedingung) bir kenara koyuldukta ve şeylerin kendilerine gidildikte, bunların nasıl şeyler olduğunu söyleyemeyiz.

Kant A 26 | B 42 ve devamında uzayın transzendental Idealität‘inden ve empirik realitesinden söz etmekte. Uzay, Newton’un sözünü ettiği gibi mutlak anlamda varolan bir şey (res) değildir, zihinden ayrı olan bir şey değildir. Transzendental olarak bakıldıkta, biz uzayın zihinde bir “ide” olduğunu görüyoruz. Bu şu demeye gelir: o salt bir zihin ürünüdür. Dolayısıyla bu transzendental bakış bize uzayın [son derece geniş anlamda kullanıldıkta] ide-olmaklığını (Idealität) göstermekte. Peki a priori kullanılan ve saf bir bakma kalıbı olan uzayın “empirik realitesi” olması ne demek? Uzayın empirik realitesi var demek, uzay empirik olanın kurulmasında söz konusu olan bir res‘tir demektir. Empirik olan da zihnimizin içinde olan bir şeydir. Empirik olan, zihnimizde ise, empirik realite’ye iye olan uzay, zihnimizin içindeki bu empirik olanı kurarken karşımıza çıkan bir şeydir. Uzayın zihinden ayrı bir realitesi yoktur. Uzay, Newton’ın sözünü ettiği gibi bir şey (Ding) diyesim mutlak anlamda varolan ama Duyumsama Yetimize çarpmayan bir şey değildir. Bu türden bir uzay tasarımının Kant için son derece problemli olduğunu yinelemek gerekiyor.