Bugün Transzendental Estetik’in son kısmı (§ 8. Allgemeine Anmerkungen zur Transzendentalen Ästhetik) üzerine konuşacağız. Bu son kısımda, Kant’ın B basımında getirdiği kimi eklemeleri görmekteyiz: bunlar II, III, IV diye ufak bölümlere ayrılmış ve A basımındaki kısım da I. Bölüm olarak düzeltilmiş. Başlık “Transzendental Estetiğe İlişkin Genel Belirlemeler”. Kimi soruların yanıtını biraz daha açık kılabilmek ve eleştirilere yanıt verebilmek için tekrardan belli kısımları ayrıntıda ele alıyor Kant. Burada birkaç temel şey var ve bunların üzerinden teker teker geçeceğiz. Son olarak Transzendental Estetik’in “Sonuç” kısmında (B 73) Aklın (Vernunft) yanıtlamaya çalıştığı şu sorunun yanıtının bir parçasına bakacağız: “synthetik a priori önermeler nasıl olanaklıdır?” Yani biz deneyimden ve duyumsamdan bağımsız olarak nasıl synthesis yapabiliriz? Synthesis: bilgimizi genişletme işi. Transzendental Estetik’in “Sonuç” kısmında bu sorunun yanıtının en azından bir kısmını toplamış olduğunu belirtiyor Kant. Açıklıkla ifade edildikte burada, Transzendental Estetik’in[1] “Sonuç” kısmında yakaladığımız iki datum var: Uzay (Raum) ve Zaman (Zeit). Bunlar Kant’ın aisthesis‘e getirdiği bu transzendental bakışın sonucunda ortaya çıkıyor.[2] Bunun dışında Transzendental Estetik’in içerisinde söz konusu olan diğer şeyler (sözgelimi: duyum, empirik Görü) ya da bunlardan hareketle türetilen kimi kavramlar Transzendental Estetik’in verileri içerisinde sayılmamakta. O halde sadece uzay ve zaman Transzendental Estetik’in içerisinde, bu transzendental soruşturmanın yani birtakım şeylerin gerçekleşebilmesi için zorunlu şeyler ne, buna bakan bu soruşturmanın ortaya koyduğu ögelerdir. Peki uzay ile zaman neyin gerçekleşebilmesinin zorunlu koşuludur? Yanıt: duyumsama. Duyumsamanın kurulabilmesinin, nesnelerin tasarımlar olarak kurulabilmesinin olanaklılığının koşuludur uzay ile zaman. Bizim baktığımız (anschauen) şey ne? “Şeyler” (Dinge). Ama biz bu şeyleri kendileri nasıllarsa öyle göremiyoruz ve göremediğimiz için bunlara ilişkin bir şey de söyleyemiyoruz. (Yalınkat ve doğrudan bilemiyoruz değil, ilkin göremiyoruz daha sonra bilemiyoruz.) “Her düşünmenin araç olarak hedeflediği” (A 19 | B 33) ve ona doğru yöneldiği şey Görü (Anschauung) idi. Dolayısıyla öncelikle şunu söylemek gerekiyor: Şeyler (Dinge) an sich (kendi başlarına), bizim duyumsama yetimizden bağımsız nasıllar, biz bunu göremiyoruz. Biz onları “kendimi duyumsamak tarzımız nasılsa buna uygun biçimde görüyoruz” ve bizim Duyumsama Yetimiz (Sinnlichkeit) bir tür Alım Yetisi (Rezeptivität) yani Şeylerden etkilenebilmek olanağını taşıyor. Şey (Ding) varolmaklığı zihnime bağlı olmayan, zihnimden ayrı olarak varolduğunu düşündüğüm şey demek. Şey (Ding) = var (sein) demek. Benim zihnimden ayrı bir şey var. Peki ben bunu nereden çıkartıyorum? Yanıt: Beni etkiliyor (Affektion). Bundan hareketle zihnimden ayrı bir şey olması gerekliliğinden söz ediyorum. Ama bu “Şeyler” (Dinge) nasıl şeyler, kendileri kendi başlarına nasıllar bunu bilmiyorum; kendileri nasılsalar ben onları o şekilde zihnimde kuramıyorum, sadece benim kendi duyumsama tarzımla bu şeylere ilişkin tasarımlar (Vorstellungen) oluşturabiliyorum. Kant’ın burada üzerine konuştuğumuz 8. kısımda (“Genel Belirlemeler”) dikkat çektiği son derece temel bir şey var: Bizim zihnimizdeki tasarımlar, bu “şey”lerin (Dinge) bozulmuş, muğlak bir hali değil. Biz bunları kendileri nasıl iseler öyle göremiyoruz, şeylerin kendilerine “Görü” olarak isabet ettiremiyoruz, peki bunlara yakın bir şeyi sözgelimi bunların bir “bozuk” halini mi kuruyoruz? Hayır. Kant’a göre bizim bunlara ilişkin kurduğumuz -daha güzel ifade edildikte- bunlardan hareketle kurduğumuz tasarımla şeylerin kendileri arasında “dünyalar kadar fark var” (Himmelweit unterschieden) (A 44). Bizim şeylere (Dinge) ilişkin tasarımlarımız, bizim kendi etkilenme olanağımıza işaret ediyor. Etkilenme olanağımız ile kurduğumuz temel tasarımlara “Duyum” (Empfindung) diyoruz. Şeyler (Dinge) bizi etkiledikte, bu etkilenimin beş ayrı tarzda diyesim beş temel duyum (görme, işitme, koklama, tat alma, dokunma) aracılığıyla işlendiğini söyleyebiliriz. Bu da bizim özneye özgü yapımıza (subjektive Beschaffenheit) ilişkin bir şey: bir biçimde etkilendikte bir renk, bir tat, bir ses bizde izlenim (Eindruck) olarak yer ediyor. Ne ki bu etkilenimler ile kurduğunuz bu ham tasarımları zihnimizin içerisinde olduğu gibi bırakıyor değiliz, bunları biz düzen altına getiriyoruz. O halde biz sadece şeylerden etkileniyor ve böylelikle bütünübir tasarımlarımızı oluşturuyor değiliz. Bütünlüklü bir tasarım yani bir Görü oluşturabilmek için izlenimlerin bir düzen altına diyesim “kalıplar” altına getirilmesi gerekiyor. Yaptığımız şey ilkin şu: bu etkilenimleri uzay (Raum) kalıbı altına getirmek. (Burada Kurgulama/İmgeleme Yetisinin (Einbildungskraft) yaptığı işten de söz etmek gerekiyor ne ki bunu daha ileride ayrıntıda yapacağız.) Biz şeylerden etkilendiğimizde sadece yalıtık bir renk; kendi başına, ayrık bir ses tasarlıyor değiliz. Bizim gördüğümüz bu tasarımlar hep bir yerdedir, bir nesnededir ve nesneye ilişkindir. Nesnelerden bağımsız, ayrık, adeta serbest bir dolaşımda olan renkler, sesler, tatlar, kokular vd. duyumsuyor değiliz. Uzay kalıbı ile bu beş duyunun içeriği birleştiğinde, üç boyutluluğa iye, yer kaplayan, yayılan[3], belli bir biçime iye olan nesneler çıkıyor karşımıza. Bu nesneler belli bir büyüklükte diye tasarlanmakta, nitekim etkilenim şiddeti ile uzay denilen bakma kalıbını ne kadar doldurabilirse o kadar doldurmaktadır. Bir etkilenim benim bu bakma kalıbımı doldurduğunda ve nesne yayılabildiği kadar yayıldığında ortaya o nesnenin biçimi (Gestalt) çıkmakta. Büyüklük (Größe) nedir? Yayılımın yani etkilenimin (Affektion) uzay kalıbını doldurmasının son bulması. Biçim (Gestalt) nedir? Yayılımın yani etkilenimin uzay kalıbını doldurmasının son bulmasında karşımıza çıkan sınır[4]. Elbette tüm bu anlatılanların kurulumu bizde bir elden ve bir kerede olup bitmekte ve herhangi bir nesne yayılımlı bir tasarım olarak bizde yavaş yavaş ve derece derece kurulmamakta. Ne ki kimi kısımlara bu şekilde ayrıntıda bakmak ve bütünübir bir tasarımı, o tasarımın kurulduğu pek çok uğrak bakımından ayrı ayrı incelemek gerekiyor.
O halde biz zihinden ayrı başına var olduğunu düşündüğümüz nesnelerden (şeylerden) etkileniyoruz, dahası Duyumsama Yetisinin (Sinnlichkeit) subjektiv yapısındaki kimi ögeleri de (Uzay ile Zaman) kullanıyoruz ve Görünüşleri (Erscheinungen) kuruyoruz. O halde benim kurduğum bu tasarımlar, Görünüşler son derece bana özgü, Şeylerde karşılığı bulunamayacak olan tasarımlardır. Kant’ın dediği şu değil: Şeylerde (Dinge) bizim tasarımlarımıza benzeyen kimi şeyler var ama biz bunları tam nasıllarsa öyle kuramıyoruz, şeyleri upuygun zihnimize taşıyamıyoruz nitekim bizim Duyumsama Yetimiz sınırlı bir yapı. Aksine, bizim kurduğumuz tasarımlar son derece özgün ve bize özgü. Dahası Kant’a göre eğer uzay ve zaman Newton’ın savladığı gibi zihinden ayrı başına şeyler olsaydı, bizim kurulan duyumsamalarımız bütünüyle bir “yanılgı” (Schein) olurdu. Nitekim ayrı başına, mutlak anlamda uzay ve zaman olsaydı ve biz bunları bir biçimde zihnimize taşımağa çalışsaydık, bizim zihnimizdeki uzay ve zaman ile karşılaştırıldığında, uzayın kendisi ve zamanın kendisi arasında bir fark olacaktı. Ne ki bizim duyumsamamız bir yanılgı değil. Biz nesnelerin kendilerinde olan özelliklerini, zihnimizin sınırlılığına göre zihne taşıyor değiliz. Bizim duyumsamamız bir Schein (Yanılsama) değil Erscheinung (Görünen bir şey). Nesnelerin yani şeylerin kendilerine gidildikte zaman (Zeit) ve uzay (Raum) hiçbir şeydir (Nichts). Dolayısıyla, bendeki zamanın bir benzeri acaba şeylerin kendilerinde de var mı sorusuna son derece açık bir yanıt veriyor Kant. Zamanın ve Uzayın bakma kalıpları olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Bunlar bizim onlar aracılığıyla nesneleri tasarımlar olarak kurduğumuz ve gördüğümüz kalıplar. O halde bu çok özel bakma ya da tasarımlama kalıpları eğer şeylerde olsaydı bu herhalde öyle bir şey demeye gelirdi: Şeyler de duyumsuyor! (Leibniz’in bir yanılgısı) Bizim bakma tarzımız şöyle: şeylerden (Dinge) bize gelen tüm etkilenimleri uzay kalıbının altına getiriyoruz yani hepsini bu etkilenimleri üç boyutlu, yayılımlı, bir biçime ve büyüklüğe iye olan tasarımlar olarak nesneler haline getiriyoruz. Nesneleri belli bir büyüklüğe, biçime iye olan dolayısıyla uzay kalıbı altına getirilmiş (zorunlulukla sınırlandırılmış) nesneler olarak kurduğumuzda, tasarımlar olarak nesneler arasında kimi ilişkiler ortaya çıkmakta: yer, konum (bir nesnenin başka bir nesneye göre yeri). Konum ve yerden söz edebilmemin ön koşulu nesneleri üç boyutlu tasarımlar olarak kurmaktır. Tüm bunlar, etkilenimleri uzay kalıbı altına getirmenin sonuçlarıdır. Demek ki “şu nesne şurada” dediğimizde, biz uzaydan ötürü söz konusu olan ve görülen bir ilişkiye işaret ediyoruz. Bizim duyumsamamızın içeriği ve sonucu yani bizim tasarımlarımız ve Görünüşler birer yanılgı (Schein) değil. Bunlara yakın diye düşünülecek bir şey, şeylerin kendilerinde (Dinge an sich) var değil. Buradan hareketle şunu da belirtmek gerekiyor: Leibniz’in kendi özel Dinglerine yani monadlara ilişkin belirlemeleri, Kant’ın Kritik ve Kritik sonrası döneminde reddettiği belirlemeler olarak karşımıza çıkmakta. Nitekim Leibniz’in savladığı gibi, nesnelerin kendileri duyumsayamaz, bir perceptio olanağına iye olamaz. Ben salt kendimden hareketle (per analogiam) ve başka bir gerekçe göstermeksizin nesnelerin kendilerine duyumsama olanağı yükleyemem; yapılarını çıkartamayacağım şeylere ilişkin kendi olanaklılıklarımdan hareketle ve salt bir benzetme ile konuşamam. Monadlar, Leibniz’e göre, duyumsayan (perceptio olanağına iye olan) ama duyumsadıklarını duyumsayamayan varolanlar. Demek ki bunlar Apperzeption olanağına iye değil. Leibniz bunların durumunu bizim uyurkenki ya da baygınkenki halimize benzetiyor (Bkz. Monadoloji, 14, 20, 21). Yine de Leibniz’in monadları Kant’ın Ding‘lerine kimi bakımlardan benziyor. Nitekim eğer uzay şeylerin kendilerine gidildikte hiçbir şeyse, bu Ding’ler -tıpkı monadlar gibi- bir yerde değiller, yer kaplıyor değiller. Nitekim yer, konum, biçim büyüklük hep uzay görüsünden ötürü görünen (erscheinen) ilişkiler. Leibniz’in monadları da tıpkı Kant’ın Ding’leri gibi yer kaplamıyor ne ki bunaların perceptio‘ya iye oldukları iddası Kant için temellendirilemeyecek nitelikte. Hangi hakla şeylerin kendilerine insan zihni için söz konusu olan bir olanağı diyesim duyumsayı yükleyebiliriz? Bunların duyumsadıklarını göstermek için yeter sebep yoktur ve Leibniz de Kant’a göre bu işi per analogiam (bizim yapımızdan hareketle bir benzetme ile) kotartmakta ve şeylerin kendilerine duyumsama olanağı yüklemektedir. İşte asıl yanılgı (Schein) budur. Burada duyumsamanın içeriği ve Görünüşler (Erscheinungen) alanı bir kenara koyulur, üzerinden atlanır, “aşılır” ve şeyler (Dinge) üzerine konuşulur. Aklın (Vernunft) niçin bu türden sınır aşımlarından pay aldığını ileride açık kılmaya çalışacağız. Kant yaptığı iş ile diyesim bu Kritik çalışması ile, aklın belli bir anlamda ifade edildikte “dogmatik” kullanımını engellemeye çalışmaktadır. Bizim üzerine konuşabileceğimiz nesneler yalnızca bize “verilen” nesnelerdir yani bizim tasarlayabildiğimiz, bize (“ben”=Anlama Yetisinin kökü) Duyumsama Yetisinin verdiği tasarımlar olarak nesnelerdir. Düşünme ve konuşma (logos) ise ilk defa Anlama Yetisinin alanına adım atıldıkta burada kurulan yapılar (Kavramlar) ile söz konusu olmaktadır. Duyumsamanın içeriğine baktığımda burada konuşma, söz, kavram, önerme, sav (logos) yoktur; burada kotarılan iş görmektir (anschauen). Görülerin yani duyumsama yetisinin ürünlerinin, Anlama Yetisinin kavamları olmadan “kör” olması (B 75 | A 51) ise şu demeye geliyor: Anlama Yetisi olmadan 1) siz bu görülerin kurulduğunu yakalayamazsınız (adeta monadlara dönersiniz: duyumsadığınızı duyumsayamazsınız), duyumsadıklarınızın ayırdına varamazsınız; 2) duyumsadıklarınızı duyumsadıktan sonra bunların üzerine bir şey söyleyebilmeniz, bunları kavramlar düzeyine taşıyabilmeniz için yine Anlama Yetisinin temel kavramlarına ihtiyacınız var. Bundan ötürü Kant “Kavramlardan bağımsız Görüler kördür, içeriksiz Kavramlar ise boştur.” (B 75| A 51) diyor. Buradaki içerik (Materie) yani kavramların içeriği Görülerdir. Kavramlar kendi başlarına bir imlem (Bedeutung) ve anlamdan (Sinn) bağımsızdır.
O halde bizim duyumsamamızın ürünleri salt bir yanılgı ya da yanılsama (Schein) değildir; bunlar görünen şeylerdir (Erscheinungen). Bu berikiler bizim son derece özgün tasarımlarımızdır. Nesnelerin kendilerinin (Dinge an sich yani duyumsama yetisinden bağımsız olarak “şeyler”) ise bizim tasarımlarımız gibi olduğunu söylememek gerekiyor. Bizim özneye özgü yapımızı bir kenara koyduğumuzda acaba şeylerin kendileri nasıldır, bunu bilemiyoruz. Dinge an sich: Bizim Duyumsama Yetimizden bağımsız, bizim şeylere bakma koşullarımızdan bağımsız ele alındıkta şeyler demek. Burada Dinge (şeyler) ve Dinge an sich diye iki ayrı şey olmadığını da belirtmek gerek. “An sich” bir vurgudur ve ohne Sinlichkeit (Duyumsama Yetisinden bağımsız) demeye gelir.
8. Kısım (“Genel Belirlemeler”) içerisinde Kant “iç duyu”dan (innerer Sinn) da bahsetmekte. Ne ki bunu yapmada çok ileri gitmesi mümkün değil, nitekim iç duyu üzerine konuşabilmek için, iç duyunun kalıbının kendisi ile bir bağlantı içerisinde düşünüldüğü “Anlama Yetisi” (Verstand) üzerine konuşması gerekiyor. Transzendental Estetik içerisinde iç duyunun/iç Görünün/iç deneyimin kalıbından (=zaman) bahsederken yine bunu bir sınırlılık içerisinde yapmakta. Bizim zihnimizde kurulan tasarımların tümü “eninde sonunda” zaman kalıbı altına getirilmekte. Bizim duyumsadıklarımız, anımsadıklarımız, imgelediklerimiz vd. bize hep zaman kalıbı altında görünmekte. Bu ne demeye geliyor? Biz tasarımları hep birbirini önceler, sonralar ya da aynı andadır diye görüyoruz. Zihindeki tasarımların bu öncelik, sonralık ya da aynı andalık ilişkilerini sağlayan şey zaman kalıbıdır. Zihinde ortaya çıkan tasarımlara, kendi zihin durumumuza (Zustand) bir kalıp altında bakıyorsak ve tasarımları dizen bu kalıp zaman ise (burada örtük olarak şunu söylediğimizi de ön plana taşımak gerekiyor: ben kendi durumuna (Zustand) bakıyorum ve kendi empirik “Ben”imi görüyorum) bu kalıp aracılığıyla gördüğüm şeylerin dışarıda diye gördüğüm ya da tasarladığım şeylerden farkını sermek gerekiyor. İçe bakarken kullandığım kalıp uzay değil; zaman. Bu şu demeye gelir: Kendi ruhumu, zihnimi, dışarıda diye tasarladığım nesneler gibi üç boyutlu, yer kaplayan bir şey olarak göremiyorum. O halde uzay kalıbını kullanmadan, yalnızca zaman kalıbı ile tasarımları diziyorum. Ortaya ne çıkıyor? Yanıt: duyumsayan ben, anımsayan ben, imgeleyen ben, düşünen ben. Tüm tasarımlarım böylece zaman kalıbı altına getiriliyor. O halde ben kendime baktığımda, kendi iç durumuma baktığımda şunu göreceğim: hangi tasarım hangi tasarımı öncelemekte, sonralamakta; hangi tasarım hangi öteki tasarım ile aynı anda görünmekte. Peki “ben”in kendisine bakmasında ve kendisini görmesinde ve kendisine ilişkin bir Apprehensio/Wahrnehmung (Algı) ortaya koymasında bir tuhaflık yok mu? Kant’a göre yok, buna ilişkin ayrıntılı bir açıklamayı da Transzendental Mantık içerisinde bize verecek. Zihindeki tek tek tasarımlardan hangilerinin hangilerini öncelediğini, sonraladığını ve hangi tasarımların hangi öteki tasarımlarla aynı anda görüldüğünü yakalayabilmem için -eğer bu yakalama bir duyumsama ise- benim kendimi etkilemem gerekir. Kant’a göre “Ben” kendimi etkilediğimde kendimi (kendi durumumu) görebiliyorum. Ne ki bu konuya upuygun bir açıklık getirebilmek için Kant’ın bize Apperzeption‘un, Cogito‘nun ne olduğunu sermesi gerekiyor. Dahası kişinin kendisini etkilemesinin, “Ben”in zihni (Gemüt) etkilemesinin ne demeye geldiği de açık kılınmalı. “Ben” zihni etkiliyor. “Ben”, zihni, dışarıda diye kurulan tasarımlar (Erscheinungen) aracılığıyla ve bunlar ile ilişki içerisinde etkiliyor. Demek ki ben kendime dışarıda diye kurulan tasarımlarla bir ilişki içerisinde bakmaktayım. Kişinin kendisine kendi başına bakması diye bir şeyden söz etmek mümkün değil. Bu ne demek? Duyumsadıklarım, duyumsadıklarım bir materie oluşturdukta anımsadıklarım, düşündüklerim ve imgelediklerim zihnimin içeriğini oluşturmakta. Ben hep dışarıda diye tasarladığım nesneler ile ilişki içerisinde kendime bakıyorum. Dolayısıyla kendi “ben”ime kendi başına bakmak, salt bir düşünce olarak “Ben”in kendisine bakmak diye bir şeyden söz edemiyoruz. Dolayısıyla “Ben”in empirik olarak yakalanması (duyumsayan Ben, anımsayan Ben, imgeleyen Ben, duygulanımlarla birlikte giden Ben) bir tür etkilenim: kişinin kendi zihnini (Gemüt) kendi düşünmesi aracılığıyla ve düşünmesinin de nesnesiyle yani duyumsamalar da hesaba katıldıkta etkilemesi işi. Ich denke (Cogito/Düşünüyorum) actus‘unun düşündüğü şey nedir? Her şeyden önce duyumsadığım şeylerdir. Bu berikilerden hareketle bir şeyleri anımsamak, imgelemek söz konusu olur. Kişi kendisini hep öteki nesnelere göre yakalar. Kişinin demek ki kendi “Ben”ine ilişkin kurduğu bir Görünüşü (Erscheinung) var. İç duyu (innerer Sinn) bu empirik “Ben”in onun aracılığıyla yakalandığı duyumdur. Kişinin kendi “Ben”ine bakması demek kendi zihnine ve zihin süreçlere bakması ve kendi “Ben”ini, duyumsayan Ben, anımsayan Ben, imgeleyen Ben, düşünen Ben, duygulanımlar kuran Ben olarak yakalaması demeye gelir. Burada karşımıza son derece dağınık bir “Ben” çıkmakta (duyumsayan Ben, imgeleyen Ben, anımsayan Ben vd.) Ne ki tüm bunların arka planında yalın bir tasarım olarak saf Ben (Ich) zihni, dışarıya ilişkin kurulan duyumsalar bakımından ve bunlarla ilişki içerisinde etkilemekte. Kurulan etkilenimler ise yine zaman kalıbı altına getiriliyor ve onda diziliyor. O halde bizim kendi empirik “Ben”imiz de zaman kalıbı altında görülüyor ise (ne ki gördüğümüz bu empirik ben üç boyutluluğa iye değil nitekim bu etkilenimler uzay ile kalıplanmıyor) diyesim bizim kendimize ilişkin bu iç bakışımız zaman kalıbı aracılığıyla oluyor ise ve biz zamanı kendi başına (zihinden ayrı) bir şey olarak ele alırsak, kendi “Ben”imize ilişkin kurduğumuz Görünüş (Erscheinung) de bir Yanılsama (Schein) haline gelir. Nitekim ayrı başına (mutlak anlamda) bir zaman var ise ve biz de kendimizi zaman içerisinde görüyor isek bizim kendimiz ile birlikte giden zaman da duyumsamaya taşınmış bir zaman diyesim zamanın repraesentatio‘su olacaktır. Ne ki bizim kendi empirik “Ben”imiz bir Yanılgı değildir. Biz kendi “Ben”imizi kendi kurgulamamız (Einbildung) olan zaman kalıbı altında görüyoruz ve bu tasarım (zaman) yalnızca bizim için söz konusu. O halde kendi “Ben”imizi onun altında yakaladığımız ve ona göre dizdiğimiz zaman kalıbı sadece sadece bizde olduğu için, iç duyunun ürünü de bir iç Görünüştür (innere Erscheinung).
Intuitus Derivativus – Originarius
Intuitus originarius, intellektuelle Anschauung‘dur yani Anlama Yetisine (intellectus/Verstand) özgü Görüdür. Bu türden görü bizde bulunmuyor. Bizim intellectus‘umuz (Anlama Yetisi) düşünebilen ama göremeyen bir yeti, o yüzden o, düşüneceği şeyi başka bir yetiden ödünç almak durumundadır. Bizim Duyumsama Yetimiz (Sinnlichkeit) ise görebilen ama düşünemeyen bir yetidir. Dolayısıyla bu iki yetinin (Verstand ve Sinnlichkeit) bilginin kurulabilmesi için birlikte çalışmaları gerekir. Bizim Anlama Yetimiz ancak ve ancak başka bir yerden, bir derivasyon ile Görüsünü alabilir. O halde bizdeki Görü (Anschauung) derivativus‘tur; intellectus‘un kendisinin içinden çıkan bir Görü değildir. Bizde, üzerine düşünülecek olan materie‘yi (içerik) anlama Yetisine verecek olan yeti Duyumsama Yetisidir. Ne ki bu iş sadece bizim zihnimiz için böyle kotarılmakta. Olanak halinde başkaca da olabilir. Kant’ın Urwesen (kök-varolan) dediği Tanrı ona göre, kendi düşüneceği şeyi kendisi yapar ve yaratırdı; başka bir yerden almazdı; başka bir yerden hareketle bir intuitus kurmazdı. Bu kök-varolan, kendisi kendi içinde, kendi yapısından hareketle bir intuitus ortaya koyabilir, göreceği şeyi kendisi yaratabilir. Ne ki biz göreceğimiz şeyi kendi intellectus‘umuz ile yaratamıyoruz ve onu Sinnlichkeit‘tan almak durumundayız. Dolayısıyla “ben”i “ben” yapan kısım Duyumsama değil. “Ben”in içerisinde bulunduğu kısım, “Ben”in kökü Anlama Yetisi (Verstand). Duyumsama “ben”li bir şey değil; bundan ötürü sonradan “Ben”i Duyumsamaya yedirmek durumunundayız (bkz. Apperzeption Synthesis’i). O halde bizim Anlama Yetimiz düşünebilen bir Anlama Yetisi ama görebilen bir Anlama Yetisi değil. Eğer “görebilen” bir Anlama Yetisi (Verstand/Intellectus) olsaydı bu şu demeye gelirdi: düşüneceği şeyi kendisi gören, yapan, yaratan bir intellectus‘umuz vardır. Ne ki bu bizim için söz konusu değil. Yukarıda da belirttiğimiz gibi eğer bir Urwesen olarak Tanrı varsa o böyle bir görmekten, diyesim Anlama Yetisi ile görmekten pay alıyor olabilir. Bu türden bir intellectus düşüneceği şeyi başka bir yerden yani bir derivatio ile almak durumda değildir. Biz ise düşüneceğimiz şeyi Duyumsama Yetisinden alıyoruz ve Anlama Yetisine veriyoruz. Anlama Yetisi ise kendiliğindenlik (Spontaneität) özelliğine iye olan bir yeti olarak, önüne düşüneceği bir şey geldiğinde “düşünmeden edemez”.
O halde Kant ile birlikte iki ayrı görüden (Anschauung/intuitus) söz ettik. Bunlardan biri sınırlı bir intellectus‘a iye olan, insan olabilen varolanların, kendisinden pay aldığı intuitus derivativus. Bu görü intellectus‘un içinde söz konusu olmaz, Duyumsama Yetisinden hareketle intellectus‘a verilir. Ötekisi ise üzerine düşüneceği şey için Duyumsama Yetisine ihtiyaç duymayan bir intellectus‘un kendisinin yaptığı görü: intuitus originarius. Bu türden bir intellectus, düşüneceği şeyi kendisi yapar, yaratır ve daha sonra onun üzerine düşünür.
Transzendental Estetik içerisinde yani Duyumsama Yetisine ilişkin kotarılan bu transzendental soruşturmanın sonucunda a priori açığa çıkan iki datum var: Uzay (Raum) ve Zaman (Zeit). Aklın (Vernunft) bu Kritik’i yazmasında üstlendiği bir ödev var ve bu ödev şu soru ile ifade edilebiliyor: “syntetik a priori önermeler nasıl olanaklıdır?” Bu soru şu şekilde açılabilir: Acaba biz deneyimden duyumsamadan bağımsız bilgimizi genişletebiliyor muyuz? Eğer Akıl, bilgimizi duyumsamadan ve deneyimden bağımsız genişletemeyeceğimizi ortaya koyarsa o halde bu Hume’un bıraktığı yerden (“karşılaştırmalı zorunluluk ve genellik”) hareketle bir adım atamayacağımız anlamına gelir. İşte uzay ile zaman, Transzendental Estetik soruşturması içerisinde karşımıza a priori çıkan ve “syntetik a priori önermeler nasıl olanaklıdır?” sorusunun yanıtlanabilmesi için kullanabileceğimiz iki öge. Kant’a göre, bilgimizin a priori olarak nasıl genişletilebileceği konusunda saf matematik bize “parıldayan bir örnek” sunmakta. Buraya bakıldığında bu alanlarda üzerine konuşulan nesnelerin kendilerinin de a priori kurulduğu yani saf (rein) olduğu söylenmelidir. Sözgelimi kurgulama yetisinin saf synthesis‘i aracılığıyla Görünüşlere yerleştirilen “biçimler” (Gestalten) ve bunlardan hareketle kavramlar olarak kurulan “şekiller”. Uzay eğer Newton’un da ifade ettiği gibi zihinden ayrı bir şey olarak düşünülürse, zihinde bir repraesentatio olarak kurulan uzay yine bir yanılsama (Schein) olmak durumundadır. Biz, uzay ile zamanı yalnızca zihnimizde varolan ögeler olarak düşünürsek bunlardan hareketle ortaya koyduğumuz bilgilerin sapasağlam olduğunu söyleyebiliriz. Ya da Locke’un öne sürdüğü gibi nesnelerin kendilerindeki uzay ile zihnimdeki uzay arasında bir ayırım olduğunu kabul edersek, o zaman yine aritmetiğin ve geometrinin sağlamlığını yani a priori olmaklığını bunlardan almak durumunda kalırız. Newton’un uzay tasarımına baktığımızda bu uzay, duyumsamaya çarpmayan, mutlak anlamda varolan, sınırsız bir “şey”dir ve tüm duyumsanabilenlerin yer kaplayabilmesi için zorunludur. Kant bu türden bir uzay tasarımına bir Unding (non-res) diyor. Non-res varolması olanaklı olmayan bir şeydir ve kavramın kendisindeki bir çelişkiye işaret eder.
[1] Transzendental Estetik “transzendental bir duyumsama” demeye gelmiyor; aksine o, transzendental olarak duyumsama yetisine bakma işi. Bir bakış transzendental olduğu zaman, ortaya koyduğu ürünler a priori olarak elde edilmiş, zihnin içerisinde a priori kurulmuş ve kullanımı olan ürünler olur ya da bu transzendental bakış ile kendilerinden birtakım a priori bilgilerin çıkmasının olanaklı olduğu ögeler serilir. Kant “Estetik” sözcüğünün Almanca’da “Beğeni Theorisi” olarak kullanıldığını ama kendisinin bu sözcüğü Greklerin kullandığı gibi kullandığını (aistheta kai noeta: duyumsananlar ve düşünülenler) da belirtiyor (B36) . Bu türden bir ayırım (düşünülenler alanı ve duyumsama alanı) 1770 tarihli Dissertatio‘da (“De Mundi Sensibilis atque Intelligibilis Forma et Principiis”) da bulunuyor. Kant, bu beriki metinde duyumsananlar ile düşünülenlerin ilkeleri ve yasaları üzerine konuşmak istiyordu; Kritik der reinen Vernunft içerisinde ise Dissertatio’da yanıtlayamadığı pek çok sorunun yanıtını veriyor. O halde bu kısımda yani Transzendental Estetik içerisinde bizim Duyumsama Olanaklılığımıza “transzendental” bir bakış fırlatılmakta. Bu bakış ile ortaya pek çok şey çıkıyor ama bunlardan hangilerini Transzendental bir Estetik soruşturmasının datum‘u olarak ortaya koyabiliriz sorusu, ortaya çıkan parçalardan hangileri saftır (rein) ya da a priori olarak kurulabilir sorusu ile birlikte gidiyor. Ne ki duyumsama yetisine ilişkin transzendental soruşturmanın sonucunda ilineksel olarak empirik kimi şeyler de açığa çıkmakta. Sözgelimi: duyum (Empfindung). Görünüşülere (Erscheinungen) analysis yaparak diyesim bunları bölerek, deşerek ortaya çıkartmak istediği asıl şey ise görünüşlerin saf kısmı, empirik değil.
[2] Diğer parçalarını nereden toparlayacağız? Yanıt: Transzendental Mantık soruşturması ile, zihnin düşünmeye yetili kısmından.
[3] Yayılım/yayılmak sınırsız olamaz. Sınırsız bir nesne tasarlanamaz, görülemez. Her şeyden önce, bir etkilenimin (Affektion) uzay kalıbının içerisine yerleştirilmesi uzamlı, yayılımlı, üç boyutlu bir nesne görmemizin sebebidir. Bir nesnenin hangi biçimde olacağı ya da görüneceği önceden bilinebilecek bir şey değildir yani bizim şeylerden (Dinge) nasıl etkileneceğimiz önceden çıkartabileceğimiz bir şey değildir. Ne ki bir etkilenimin şiddeti, uzay kalıbının kullanımında ortaya çıkacak olan Görünün nasıl olacağını belirler. Bir etkilenimin uzay kalıbı ile kalıplanmasında ortaya üç boyutlu, yayılımlı, belli bir sertliği-yumuşlaklığı, kuruluğu-ıslaklığı, sıcaklığı-soğuluğu, rengi, geçirmezliği, biçimi ve sınırı olan bir nesne çıkıyor ise bu şu demeye gelir: etkilenim işlenmiştir ve uzay kalıbı ile kalıplandıkta, yayılabileceği yere kadar yayılabilmiştir. Benim uzay kalıbım, şu belli nesneyi tasarım olarak oluşturabilecek şiddetteki etkilenimi (Affektion) kalıplamaya yetili olabilir ama etkilenim bizim kalıplayamaycağımız kadar şiddetli olursa, üç boyutlu nesne kurulamaz. Bir nesnenin sınırsız olması demek Uzay kalıbı ile kalıplanamayacak şiddette bir etkilenime ve Uzay kalıbının upuygun doldurulamamasına işaret etmekte. Biz uzay kalıbı ile kalıplayamayacağımız bir etkilenim (Affektion) ile karşı karşıyaysak uzay kalıbının kullanımı söz konusu olmaz. Yine, bir şeyin “büyük”, “küçük” olması ne demeye gelir, bunlar üzerine Kant 3. Kritik’te “müthiş olan”a (das Erhabene) ilişkin ortaya koyduğu belirlemeler içinde konuşmakta.
[4] Krş. Platon, Menon, 76 a-b.