“Ereklerini boşa çıkarmamak için [kendilerini] kamuya açmayı/sunmayı gerektirecek tüm maximler, hak ve politika ile uyuşur.” “Ereklerini ancak ve ancak “açık etme” (Publizität) ile gerçekleştirebiliyorlarsa genel halk mutluluğunun ereğine uygundurlar.” Politikanın asıl ödevi de budur.
Giriş
Immanuel Kant’ın 1795 yılında (“Saf Aklın Eleştirisi”nin (1781) ilk basımından 14 yıl, ikinci basımından (1787) 8 yıl; “Pratik Aklın Eleştirisi”nden (1788) 7 yıl, Son Kritik olan “Yargı Gücünün Eleştirisi”nden (1790) 5 yıl sonra) ilk baskısını yayımladığı[1] Zum ewigen Frieden: Ein philosophischer Entwurf (Ebedi Barışa Doğru: Felsefece Bir Deneme) başlıklı yapıtı, düşünürün 1797 yılında yayınladığı ve içerisinde hak kavramını enine boyuna tartıştığı “Ahlak Metafiziği” (1797) (Metaphysik der Sitten) adlı yapıta bir hazırlık niteliğindedir. “Ebedi Barışa Doğru” başlıklı bu deneme Kant’ın, yukarıda sayılan ve bu yapıtı önceleyen diğer yapıtları üzerine kurulur; bu yapıtlardaki temel yapının ve kavram içeriklerinin bilindiğini varsayar. Buna göre, bu yapıtta söz konusu edilen doğa, yasa, yasalılık, doğa yasası, ahlak yasası, erek, ereksellik (Zweckmäßigkeit), son-erek (Endzweck), akıl (Vernunft) gibi pek çok kavramın daha önceki yapıtlarla temel ve gözardı edilemeyecek bir ilişkisi vardır. Öte yandan bu yapıtın, kendisini önceleyen (ve sonralayan) temel yapıtlardan farkı Kant’ın “kamuya açık metinleri” diyebileceğimiz birkaç metinden biri olmasından gelir. Pekçoklarına hitap eden, genel bir okuyucu kitlesi için düşünülmüş; kimileyin, Kant’ın zamanında söz konusu olan kimi problemlere işaret eden ve biçemi bakımından da “Kritik”lerden belirgin biçimde ayrılan bu metinler arasında, “Ebedi Barışa Doğru Deneme” dışında “Aydınlanma Nedir Sorusuna Yanıt” (1784), “Salt Aklın Sınırları İçerisinde Din” (1793) ve “Fakülteler Arasındaki Çekişme” (1798) sayılabilir. Bu yazı “Ebedi Barışa Doğru Deneme” metni çerçevesinde ve bu metni önceleyen kavramsal altyapıyı da hesaba katar bir tarzda, Dünya Yurttaşlığı Kavramını ve İnsanın Değerini ele almayı amaçlıyor.
I. Metnin Genel Çerçevesi
“Ebedi Barışa Doğru Deneme”nin başlığı hemen her Kant yapıtında olduğu gibi, ayrıntıda incelendiğinde açık kılınır. İlkin başlık sıklıkla alıntılandığı ve aktarıldığı gibi yalınca “Ebedi Barış Üzerine” değildir, nitekim Kant bu metinde Ebedi Barış’ın neliğini tartışmamaktadır aksine onun nasıl kurulabileceğini, ona doğru giden yolların nasıl döşenebileceğini anlatmaktadır. İkincileyin, kendisinin de ifade ettiği gibi (B 5), barışın kendisi zaten “ebedi”dir, nitekim barış durumu bir ateşkes durumu (Waffenstillstand) ve bir geçici durum (“düşmanlıkların durdurulması durumu” (B 5)) değildir; barış-durumu, kurulmasında, karşılıklı tarafların gelecekte ortaya çıkabilecek anlaşmazlık ve sorunlara hiçbir biçimde savaş ile, saldırı ile “çözüm” aramayacaklarının garantisini bir yazılı metin ile birbirlerine ve halka vermeleridir. Barış durumu “bütün düşmanlıkların sonu” (ibid.) demeye gelir. Dolayısıyla “Ebedi Barış” kurması bir pleonasm’dır (söylenmesi gerekenden fazlasını söylemek ve boşa konuşmak). Kant’ın kendisinin metnin başlığını bu biçimde kurgulamış olmasının nedeni şudur: 1713 yılında Abbé de Saint-Pierre’in yayınladığı iki ciltlik yapıtı (Projet pour rendre la paix perpetuelle en Europe –Avrupa’da Ebedi Barış Kurulması Projesi) sonrası tartışma bu başlık ile yürütülmektedir ve Kant attığı başlıkla bu tartışmaya eklemlenmek istiyor görünmektedir. Yine de tartışmaya girer girmez felsefece, kavramsal bir temizlik ile üzerinde çalışacağı alanı aydınlatmıştır.
II. Ebedi Barışa Doğru Götürecek olan Ön ve Asıl /Belirleyici Maddeler
“Ebedi Barışa Doğru” başlıklı felsefece deneme bir “Koruyucu Madde” (Clausula Salvatoria) ile başlar. Kant’ın Hukuk Latincesinden aldığı bu terim, koruyucu genel bir formüle işaret eder. Buna göre, bu metinden onu okuyan kimi kişiler tarafından gelecekte çıkartılabilecek, metnin amacını ve genel çerçevesini bozacak savların, kendi deyişi ile “kötü niyetli yorumlar”ın (B 4) önü bir genel ifade ile kesilmiş oluyor.[2] Kant bu koruyucu maddeyi şu şekilde formüle etmiştir: “Theorisyen ile politikacının bir çatışma durumu söz konusu olduğunda politikacı belli bir biçimde davranmalı ve theorisyenin el yordamı ile kamuya açık etmeye kalktığı görüşlerinin arkasında devlet için bir tehlike sezinlememelidir.”[3] (B 4)
Kant bu koruyucu maddeyi ifade ettikten sonra, bütün metnin onlar etrafında şekillendiği, “Ebedi Barış”ın kurulması için zorunlu olan ön maddeleri ve asıl maddeleri sıralar.
Devletler arası ebedi barış için ön-maddeler şunlardır:
1) “Gelecekteki bir savaşın olanağına ilişkin gizli bir niyet ile yapılan hiçbir barış antlaşması barış antlaşması sayılamaz.”
Savaşan taraflardan biri artık savaşı yürütemez hale geldiğinden barış durumuna geçmek isteyebilir fakat barış durumunu belli bir süreye sıkıştırıyorsa ve gücünü toplar toplamaz yeniden savaşmağa kalkacaksa bu onda bir gizli niyet (reservatio mentalis) olduğuna işaret eder. Kant’a göre bu türden bir barış antlaşması geçerli diye düşünülemez. Nitekim taraflardan biri barış durumuna geçmek istediğini öne sürerken aslında ateşkes durumuna geçmiştir ve karşı tarafın bu durumdan haberi yoktur. Dahası barış antlaşması eğer asıl anlamda barış antlaşması ise, her tür sözümona savaş çıkartma nedenini ortadan kaldırır. Arşivleri didik didik ederek çıkartılan ve savaş sebebi olarak ortaya koyulan belgeler bile barış durumunu bozmaya yetmez (B 6). Barış durumunu seçmiş olmak bunu sürdürmeyi de seçmiş olmak demeye gelir.
2) “Küçük ya da büyük fark etmez, bağımsız bir ülke, bir başka ülke tarafından miras, değiş-tokuş, satın alma ya da hediye etme yoluyla alınamaz.”
Nitekim bu gibi edimler söz konusu olduğunda bu, ülkelerin birer mal (patrimonium) olarak görüldüklerine işaret eder. Aksine, Kant’a göre ülkeler salt birer toprak parçası değil, birer persona’dır ve insan biraradalıklarıdır (Gesellschaft von Menschen) dahası moral bir varolmaları (Existenz) ve genel bir istemeleri (Wille) vardır (B 7). Dolayısıyla bunlara karşı belli türden eylemler ile yaklaşmak, a priori ortaya koyulan bir yasadan (ahlak yasası) yola çıkılarak kurulan ilkelere bakıldıkta zorunludur.
3) “Kalıcı ordular (miles perpetuus) zamanla tamamen ortadan kaldırılacaktır.”
Kant’a göre kalıcı ordular ülkeler için ekonomik olarak büyük bir yüktür dahası bunları büyütmede çoğu zaman bir sınır gözetilmemektedir. Nitekim her ülkenin ordusu her öteki ülkeye bir tehlike oluşturmakta ve ülkeler adeta bir ordu büyütme yarışına girmektedir. Orduların masraflarının karşılanamadığı durumlarda da, savaş çıkartmak devletler için ekonomik olarak daha uygun görünebilir. Dahası “öldürmek ve ölmek için görevlendirilmiş olmak, insanların salt makineler ve bir ötekinin (devletin) elinde gereçler olarak kullanımını içeriyor görünmektedir” bu da “insanlık hakkı” ile uyuşmaz (B 8).
4) “Ülkenin dış işlerine ilişkin ulusal-borç kesilmeyecektir.”
Ülkelerin öteki ülkelere olan borçları savaş çıkartmak için sebep olarak düşünülemez. Ülkeleri borçlandırıp bu dış borçlar üzerinden dev bir hazine yaratmanın kendisi Kant’a göre savaş çıkartmak için bahane olarak düşünülmektedir. “Birbirlerine karşı işleyen erk makineleri olarak kredi ve borçlandırma sistemi…tehlikeli bir para erkidir; diyesim savaş çıkartmaya yarayacak bir hazinedir.” (B 10)
5) “Hiçbir devlet bir başka devletin anayasası ve yönetimine güç ile karışmayacaktır, müdahil olmayacaktır/olmamalıdır.”
Kant’a göre bir başka ülkenin yönetimindeki ve işleyişindeki adaletsizlikler öteki ülkeler için kabul edilebilir bir hatadır (scandalum acceptum) ve onlara saldırma ya da müdahale etme sebebi asla değildir. Bu “berbat örnek” (das böse Beispiel) öteki ülkeler için kendi durumlarını değerlendirmek ve kendilerine bakmak için bir fırsat, dahası bir uyarı olarak nitelendirilebilir (B 11). Burada, bir ülkenin kendi yasasızlığı diyesim bir tür başıboşluğu ile kendisini ne türden bir duruma soktuğunun öteki ülkelerce incelenmesi ve bunların kendi durumlarını, yasalılıklarını gözden geçirmesi söz konusu olur. Kendi yasalılığını henüz kurmak aşamasında olan bir topluluk ya da bir biraradalılığa, yasalılığını kurmuş ve yerleştirmiş bir devletin yönlendirmede bulunması ve tavsiye vermesi ise bir başka devletin iç işlerine karışmak diye düşünülemez. Nitekim burada henüz oluşturulmuş bir devlet ve bir otonomi (kendi yasasını kendi koyan bir yapının durumu) bulunmamaktadır (B 12).
6) “Hiçbir ülke bir başka ülke ile savaşta gelecekteki barış-durumunda karşılıklı birbirine güveni olanaksız kılacak türden düşmanlıklara izin vermeyecektir: bunlar savaşılan ülkede suikastçı, zehirleyici tutmak; teslimiyetin ihlal edilmesi, ihanete neden olmak vb. [edimlerdir].” (B 12)
Bu sayılanlar Kant’a göre içerisinde hiçbir açıklık barındırmayan, “onursuzca [ortaya koyulmuş] stratejilerdir” (B 12). Nitekim “savaşın ortasında bile düşmanın düşünme biçimine bir tarzda güven olmalıdır yoksa barış asla kurulmaz ve düşmanlık, insanlığın kökünü kurutacak bir savaşa (bellum internecinum) döner” (B 12). Bu, Kant’a göre, doğa durumunda kullanılan ve sefil bir zorunlu araç olan savaşın (B 12) diyesim “şiddet ile hakkını almak” girişiminin en uç noktasıdır. İnsanlığın kökünü kurutacak bir savaş olursa yalnızca taraflar değil hakka ilişkin de her şey ortadan kalkar, nitekim “kavram”ın olanaklılığı “insan” ile birlikte gider. O halde insanlık, bu türden bir savaş söz konusu olduğunda “ebedi barışı/huzuru” ancak ve ancak mezarda bulabilir (B 13). Bir anlaşmazlık olduğunda taraflardan hangisinin haklı olduğunun anlaşılması için tarafsız bir yargılamanın olması gerekir; kapışma ve savaş ile, güç ile kimin haklı olduğu ortaya çıkmaz. Dolayısıyla hak kavramından ve bunun kullanımından söz edebilmemiz için, öncelikle, yargıca gidebilmenin olanağının kurulmuş olması gerekmektedir. Başkaca ifade edildikte, haklılık durumu için yasalılık durumu zorunludur, doğa durumunda ise “hakça yargılayabilecek mahkemeler yoktur.” (B 12)
Dahası Kant’a göre bir ülkenin bir başka ülkeye onu herhangi bir konuda cezalandırmak için savaş açması (bellum punitivum) da düşünülemez (B 13) nitekim bunlar arasında bir hiyerarşi ilişkisi yoktur.
Doğa durumu bir yasalılık ve bir barış durumu (Friedenzustand) değildir, o bir adaletsizlik durumudur (status iniustus), yani hakka aykırı; baskıcı, adil olana uymayan, kişiye yük olan, aşırılık barındıran ve makul olmayan bir durumdur.
Ebedi Barışa doğru götürecek belirleyici/asıl maddeler ise şunlardır:
1. “Her ülkede en temel toplumsal yasa Cumhuriyetçi olmalıdır.”
ibid. B 20
Ülkeler olarak biraradalıklar gelişigüzel insan toplulukları ya da çoklukları değillerdir. Hakkın açığa çıkabilmesi için insan biraradalıklarının yasalılık ile birlikte gitmesi gerekir. Eğer birlikte ve yan yana yaşayan insanlar arasında temel bir antlaşma ve bir yasalılık yoksa bu onların bir doğa durumu[4] (status naturalis) içerisinde yaşadığına işaret eder. Doğa durumu bir yasalılık ve bir barış durumu (Friedenzustand) değildir, o bir adaletsizlik durumudur (status iniustus) yani hakka aykırı; baskıcı, adil olana uymayan, kişiye yük olan, aşırılık barındıran ve makul olmayan bir durumdur. Doğa durumunda zorunlulukla, etkinlik halinde olan bir savaş durumundan söz edilmez ama bu durum her zaman ortada olan ve yasasızlık sürdükçe ortadan hiç kalkmayacak olan bir tehdittir. Doğa durumundan; bu, insanı köle kılan, insanın insan olarak kendisini gerçekleştirmesine izin vermeyen durumdan çıkmak, biraradalıkta yaşayan tek tek kişilerin barış durumunu aktif biçimde kurmaları ile olur (B 18). Bir temel metin etrafında kurulacak olan yasalılık ve barış durumu, düşmanlıkların yasaca ve yasa önünde çözüleceğinin garanti altına alınması demektir. Kant’a göre asıl ortaklık ve biraradalık durumu işte bu yasalılık durumudur. “Birbirlerini karşılıklı etkileyebilecek olan tüm insanlar, belli bir toplumsal temel yasaya bağlı olmalıdır.” (B 20) Birbirleri ile yan yana yaşayan insanların yani komşuların düşman olmamalarının biricik koşulu budur.
Yasalılığın ifade edilmesi ile birlikte, üç ayrı biraradalığa işaret eden ve üç ayrı düzeyde söz konusu olan “hak kavramı” ortaya çıkar. Bunlar Kant’a göre, sırası ile “Yurttaşlık Hakkı” (Staatsbürgerrecht), “Uluslararası Hak” (Völkerrecht) ve “Dünya Yurttaşlığı Hakkı”dır (Weltbürgerrecht). Buna göre, ilkin, bir halktaki tek tek kişilerin yurttaş olarak haklarını gözetecek ve devleti oluşturacak temel yasa metninin Cumhuriyetçi olması gerekir. Çünkü bu türden bir temel yasanın bir araya getirmesinde, bir ülkede yaşamakta olan kişilerin temsilleri üst düzeydedir, dahası güçler ayrılığı ilkesi gözetildiğinden yönetenin kendisinin uygun gördüğü yasayı koyup uygulamaya geçirmesi söz konusu olmayacaktır. Cumhuriyetçi bir anayasaya iye olan bir ülkede Özgürlük (Freiheit), Bağlılık (Abhängigkeit) ve Eşitlik (Gleichheit) ilkeleri işler. Buna göre, kişi, toplumun özgür bir üyesidir; bununla kişinin bağlı bulunduğu yasalılığa göre eyleyebilmesi ve bu belirli sınırlar içerisindeki özgürlüğü, “bir başkasına zarar vermedikçe her istediğini yapma yetkesi” anlatılmamaktadır aksine özgürlük (“dış özgürlük” ya da biraradalık içerisindeki özgürlük) “kendisine onay vermediğim hiçbir dış yasaya uymama yetkisi”dir (B 21) Kişinin bu dış yasalılığa uyması ancak ve ancak bu dış yasalılığın, kendi iç yasalılığı ile ters düşmemesi ile söz konusu olabilir. Nitekim Kant’a göre “insan” kendisine Akıl (Vernunft) adı verilen yetisi ile bir yasalılık ve bir alan yaratabilen ve bununla yine kendisinin ortaya koyduğu başka bir yasalılığı, diyesim Anlama Yetisi (Verstand) tarafından ortaya koyulan bir başka yasalılığı (doğa yasalılığını) bağlı olduğu tek yasalılık diye düşünmeyecek olan bir varolandır. İnsanın bu iç yasalılığı ve bununla bağlantılı değerlendirdiği dış yasalılık çerçevesi içerisinde, insan asıl anlamda insan olarak karşımıza çıkar. O halde Cumhuriyetçi anayasanın ortaya koyduğu özgürlük ilkesi içerisinde, “biraradalığın içerisindeki üyelerin” insan olmaklıkları vurgulanır.
Bağlılık (Abhängigkeit) bir biraradalık içerisinde yaşayan kişilerin yönetilenler olarak devletin yasalılığına bağlılıdır. Eşitlik (Gleichheit) yasanın bağlayıcılığı bakımından her tek yurttaşın eşit durumudur. Bu bağlayıcılık şu biçimde ifade edilir: kişi, “kendisi bir yasanın altında düşünülmedikçe ve bir yasanın bağlayıcılığı içerisinde olmadıkça, bir başkasını da yasaca bağlı kılamaz” (B 21). Yöneten de bundan pay alır. Bu yönetim biçiminde yöneticinin de yurttaş olmaklığı vurgulanır.
Dolayısıyla bu türden bir temel yasaya iye olan bir ülkede yaşayan kişiler salt yönetilen değil aynı zamanda yurttaş ve de insandır. Dahası kişilerin temsiliyetlerinin temel olduğu bir yasama söz konusu olduğundan, ülkeye ilişkin konularda yurttaşların karar verici olması gerekir. Sözgelimi, Kant’a göre, bu türden bir yasamada, savaşa girip girmeme kararı bir tek hükümdar tarafından ve yurttaşların onayı olmadan verilemez. Bu biçimde ele alındıkta, savaştan en çok zarar gören taraf olan halkın savaşa girme kararını, savaştan en az zarar gören yöneticiler kadar çabuklukla veremeyeceğini belirtmek gerekir. Yurttaşların burada savaşın beraberinde getireceği her türlü yükü de üstlenmeyi doğrudan kabul etmeleri gerekmektedir. O halde hak kavramı ile doğrudan ilişkili olan Cumhuriyetçi bir temel bağlayıcı yasa, “ebedi barış” için zorunludur.
Kant Cumhuriyetçi yönetme biçimini (Form der Regierung) demokratik hükmetme biçiminden (Form der Beherrschung) ayırır, berikinde kimileyin “herkes”in bir kişiye karşı karar vermesi söz konusu olur ve bu, despotik bir yönetme biçimidir. Yönetenlerin sayısını azaltmak, yasamayı yürütmeden ayırmak ve temsili arttırmak Cumhuriyetçi yönetim biçiminin belirleyici özellikleridir. Dolayısıyla hak kavramı bakımından değerlendirildikte, bu yönetme ve hükmetme biçiminin tercih edilmesi gerekir.
2. “Uluslararası hukuk özgür devletler federalizmi üzerinde temellenecektir.”
Kant, zum ewigen Frieden, B 30
Kendi iç yasalılığını sağlamış bir ülke, diyesim aralarında söz konusu olan anlaşmazlıkları yasaya götürerek çözmenin garantisini birbirlerine vermiş bir yurttaşlar biraradalığı, kendisine komşu olan öteki biraradalıklarla ilişkilerini yürütmede de bir yasalılık altında düşünülmelidir. Nitekim farklı devletler, eğer bunları bağlayacak bir genel yasalılık altında ilişkilerini sürdürmüyorlarsa tıpkı tek tek kişilerin başıboş çokluğundaki gibi, doğa durumundadırlar. Buna göre, anlaşmazlıkları çözmede güç, şiddet kullanan devletlerin bu girişimleri hak kavramı ile bağdaşamaz; ülkelerin birbirleri ile girdikleri savaşlarda kimin haklı olduğu değil kimin daha güçlü olduğu ortaya çıkar. Savaş, hakkın onun üzerinde bulunacağı bir yol olamaz (B 35). O halde tıpkı tek tek kişilerde olduğu gibi tüm devletleri altına alacak ve bağlayacak bir yasalılık düşünülmelidir. Burada Kant’ın sözünü ettiği bir “ülkeler devleti” (Völkerstaat) değil bir “ülkeler birliği”dir (Völkerbund). Nitekim birbirleri ile genel bir antlaşma ve bir yasalılık içerisinde olacak bu ülkelerin her birinin bağımsızlığı ve eşitlikleri korunmalıdır; bunlardan biri diğerlerini yönetir konumda olmamalıdır. Farklı ülkeleri bağlayacak olan bu türden bir yasalılık ile uluslararası hak (Völkerrecht) kavramı ortaya çıkar. “Ulusların-hakkı kavramı (Völkerrecht) savaş yapmak hakkı olarak düşünülemez.” (B 35) Nitekim zafer ile haklılık belirlenemez (B 34).
Bu, ülkeler arası biraradalık ile işaret edilen birlik bir “barış birliği”dir (Foedus Pacificum), bir barış sözleşmesi (pactum pacis) değildir. Nitekim beriki, tek bir savaşı sonlandırmayı, öteki ise tüm savaşları tamamen ortadan kaldırmayı amaçlar (B 35). O halde, ancak sözü edilen bu biraradalık ile devletler doğa durumundan çıkıp yasalılık durumuna yani hakkın, içerisinde belirebileceği biricik duruma geçerler. Demek ki bu türden bir biraradalık hak kavramından a priori biçimde türetilir ve “ebedi barış”ın kurulması için zorunludur.
3. “Dünya yurttaşlığı hakkı genel misafirperverlik koşullarına göre belirlenecektir.”
Kant, zum ewigen Frieden, B 40
Kant’a göre misafirperverlik (Hospitalität) bir misafir hakkı değil bir ziyaret etme hakkıdır (B 40-B 41); “bir yabancının bir ötekinin toprağına ayak basmasından ötürü bu ötekinden düşmanca muamele görmemek hakkıdır” (B 40). Bir kişinin yeryüzündeki herhangi bir yeri ziyaret etmesi -eğer bu alan yeryüzünün üzerinde yaşanılmaz kısımları diyesim deniz ve çöller değilse- gelişigüzel bir gezi demeye gelmez. Burada bir kişi kendisini bir başka biraradalığa; bir “insanlar topluluğuna”, “insan” olarak sunuyordur. Bu insan-insan etkileşiminin çok belli bir tarzda olması, yani “insanca” olması beklenir. “Temelde, bir kişinin yeryüzünün bir yerinde bulunmaya bir başkasından daha çok hakkı yoktur” (B 41). Yeryüzü insan türünün ortak hakkıdır (Ibid.) ve bir “insan”, “insan” olarak kendisini diyesim onu asıl anlamda insan kılan yetisini yani Aklını (Vernunft) öteki insan biraradalıklarına açabilir. Kişi ziyaret ettiği toprak parçasında karşılaştığı kişilerin bir yasalılık altında olmadıklarını gördüğünde diyesim bir devlet yapılanması içerisinde yaşamadıklarının ayırdına vardığında ise burada uluslararası hukuktan pay almayan bir alan keşfettiğini düşünebilir. Nitekim Kant’ın işaret ettiği gibi, ticaret için gittikleri uzak kıtalardaki halklara nice adaletsizlikler edenler, bu türden bir yasasızlığı kullanmış görünmektedirler. Ticaret insanları, bu yasasız halkların yaşadıkları yerleri hiç kimseye ait olarak görmemekte dolayısıyla burada yaşamlarını sürdürmekte olan kişileri de “hiç” olarak değerlendirmektedirler. Kendi iç yasalılığı olmayan dolayısıyla bir uluslararası yasalılıktan da pay alamayacak olan bir topluluğun yine de, insan olmak olanağına iye olan, Akıl (Vernunft) taşıyan canlıların oluşturduğu bir topluluk olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla hiçbir yasadan pay almıyor olsalar bile, diyesim hak kavramının ortaya çıkabileceği hiçbir antlaşmaya imza atmamış olsalar bile onlara belli şekilde muamele edilmesi ödevdir (Pflicht). Burada, hiçbir yasalılık altında korunmayan kişilerin hak kavramı altında düşünülebilmelerinin olanağı karşımıza çıkar. Yabancı bir toprağa ayak basan kişi gittiği yere “insan” olarak gittiğini ve karşılacağı kişilerin de “insan” olduklarını unutmamalı ve eylemlerini bunlara göre belirlemelidir. İnsanlar biraradalığının üyeleri olarak, diyesim “dünya yurttaşları” olarak tek tek kişilerin yeryüzü üzerindeki karşılaşmaları, içerisinde “insan”ın belirdiği karşılaşmalar olmalıdır. Buna uymayacak olan ziyaretler ve bunlarda oluşan adaletsizlikler, taraflardan birini koruyacak bir yasa metni bulunmasa bile, kendileri bir iç ve dış yasalılık içerisinde yaşamlarını sürdürmekte olan insanlar için gözardı edilemeyecek eylemlerdir. Nitekim “[y]eryüzünün bir yerinde olan bir hak ihlali [yeryüzünün] her yerinde hissedilir.” (B 46) Buna göre, bir devlet yapılanması içerisinde yaşamlarını sürdürmeyen kişilerin durumunun hiçbir “dış yasalılık”a bağlı olmadığı apaçıktır ama yine de bunların “iç yasalılık”a göre hak kavramı ile ilişkilendirilmesi olanaklıdır. Akla (Vernunft) ve dolaysıyla bir değere iye olan canlıların bu türden diğer canlılara karşı eylemlerini belirleyecek en temel yasalılık, aklın koyduğu “ahlak yasası”nın yasalılığıdır.
“Ebedi Barışın Sağlanabilmesi için Gizli Madde: “Filozofların, kamusal özgürlüğün olanaklılığının koşullarına ilişkin [ortaya koydukları] ilkeler, savaşa hazır devletler tarafından tavsiye olarak alınacaktır ve alınmalıdır.”
ibid. B 67
“Devlet, filozofların savaş çıkartmaya ve barış kurmaya ilişkin genel ilkeler üzerine özgürce ve kamuya açık tarzda konuşmasına izin verecektir ve vermelidir.”
ibid. B 68
Kant’a göre “ebedi barış”ın kurulabilmesi için, Felsefenin ve Felsefecinin değerinin yönetenler tarafından kavranılmış olması son derece temeldir. Nitekim devlet filozofların akıllarını kamuya açmalarına, düşüncelerini halk ile apaçık paylaşmalarına karışmazsa (Burada sözü edilen “izin vermek” değil, sınır bilmektir, nitekim Kant’ın başka bir metninde de belirttiği gibi[5] “hoşgörü” (Toleranz) kibirli bir sözcüktür ve hiçbir yöneticinin bunu kullanmaması gerekir. Burada yöneticinin “insanı salt bir makine olarak” görmemesi beklenmektedir.) ve kendisi de bunların düşüncelerini dikkate alır bir tarzda eylerse yeryüzündeki insanların durumu “ebedi barış”a doğru gidebilir. Kant’ın burada Felsefenin ve Felsefe Fakültesinin öteki alanlar ve Fakülteler arasındaki yerini ve bunlara 18. Yüzyılda yüklenilen değeri soru konusu ettiğini görüyoruz. Buna göre Felsefe ve Felsefe Fakültesi Kant’ın da belirttiği gibi öteki Fakültelerin (Hukuk, Teoloji ve Tıp Fakültelerinin) adeta “nedimesi” gibi görülmektedir. Bunlardan erk ile, devlet ile doğrudan ilişkisi olduğundan ötürü değerce daha önde gelir görünen ama sıkı bakıldıkta bunun böyle olduğunun hesabının verilmesi güç olan Hukuk Fakültesinin ve Hukukçuların savlarının Felsefe Fakültesinin ve Felsefecilerin savlarına yeğlenmesi sıklıkla görülen bir durumdur. Fakat Kant’a göre Felsefe bu “hanımefendilerinin (Hukuk, Tıp ve Teoloji Fakültelerinin) önünde meşaleyi taşımaktadır”, diyesim yolu açmakta ve aydınlatmaktadır dahası bütün bu “vagonları (öteki Fakülteleri) da arkasında çekmektedir” (B 69, 11), diyesim Felsefenin ortaya koyduğu temel ilkeler olmadan bu öteki Fakültelerin iş görebilmesi ve varolmaklıklarını sağlam bir tarzda sürdürebilmeleri olanaklı değildir.
III. Ereksellik/Bağlantılılık (Zweckmäßigkeit) ve Son-Erek (Endzweck) olarak İnsan
Ereksellik ya da Bağlantılılık, Kant’ın “transzendental Deduktion”unu diyesim zihin içerisinde kurulmasının ve işlemesinin olanaklılığının koşulunu “Yargı Gücünün Eleştirisi” adlı yapıtında a priori olarak verdiği bir kavramdır. Bu kavramın zihin içerisinde, Yargı Gücü (Urteilskraft) denilen yeti tarafından a priori kurulduğunun çıkartılması ile Kant, Aristoteles ve Leibniz’in “doğa”ya ilişkin kurduğu, deneyimle birlikte giden kimi önermelerinin arka planında yatan olanaklılığı gözler önüne serer. Buna göre “doğa sıçrama yapmaz”[6], “doğa hiçbir şeyi boşuna yapmaz.”[7], doğada her şey bir şeyin yüzü suyu hürmetinedir; bir şey içindir yollu savların, diyesim “empirik yasaların” zihince nasıl kurulabildiklerinin hesabı verilmiş olur. Ereksellik kavramına zihin a priori olarak kendi iç bağlantılılığı ile ulaşır ve deneyim alanındaki her tek durum bu yapının iç işleyişinin ve “önceden” kurulmuşluğunun bir sonucu olarak oradadır. Yargı Gücü (Urteilskraft) bir başka yetinin a priori olarak kurulmuş saf kavramlarını inceledikte kimi sonuçlara varır. Sözgelimi Anlama Yetisinin (Verstand) saf kalıplarından olan Neden-Etki’yi değerlendirdiğinde, bu kalıbın bir bütün olarak deneyimin, tek bir deneyimin değil, genel olarak deneyimin (Erfahrung) kurulmasındaki işleyişini “düşündüğünde” a priori olarak yani hiçbir biçimde deneyime ya da duyumsamaya gitmeden çıkarttığı kavram “Erekselliktir” (Zweckmäßigkeit). Neden-Etki kalıbının sürekli kullanımı, diyesim Anlama Yetisinin, Duyumsama Yetisinin (Sinnlichkeit) ortaya koyduğu Görünüşler (Erscheinungen) üzerine kullanımındaki süreklilik, “kurulmuş olan doğa”dan (natura materialiter spectata) -nitekim olanak halinde doğa, natura formaliter spectata, Anlama Yetisinin kendisidir- bir aynılık (Einheit) beklememizi gerektirir. Bu, kurulmuş olan kurallılıkta diyesim doğanın kendisini göstermesinde de açıktır. Nitekim kurulmuş olan doğayı diyesim Anlama Yetisinin Görünüşler ile biraraya gelişini deneyimleyen tek tek kişiler doğadaki bu nedenselliğinin devamlılığın ayırdına a posteriori olarak varacaklardır. Kant’a göre Aristoteles’in ve Leibniz’in “kurulmuş olan doğa”ya ilişkin öne sürdükleri genel önermeler bu türdendir ve arkada yatan saf ereksellik/doğa bağlantılılığı kavramının birer sonucudurlar. Dahası, Neden-Etki bağlantısına göre düşündüğümüz varolanların, doğadaki varolanların her birinin bir ereği vardır fakat bunların hiçbiri kendi başına bir son erek (Endzweck) olamaz. Hiçbir doğal varolan için şu sorular yanıtsız kalmaz: “Bu neyin yüzü suyu hürmetinedir?” ya da “Şu ne içindir?”. Yalnızca “insan” söz konusu olduğunda, “ne için?” sorusu yanıtsız kalır çünkü Ahlak Yasasının sınırları ve belirleyiciliği içerisinde “insan”, son-erektir (Endzweck) (KU § 84- B 398, A 393, 394). İnsanın kendisinin son erek olması, onun “moral bir Varolan olması” ve bir iç değere iye olması ile birlikte gider nitekim herhangi bir kişi değil; istemesini (Wille) Anlama Yetisi (Verstand) yerine, Aklın (Vernunft) belirlemesine izin veren dolayısıyla istemesini “saf” kılan, deneyimin önermelerinden kurtaran kişi “insan”dır ve son-erektir. Böyle biri kendi yapısında ya da zihninde (Gemüt), işletildiğinde onu değerli kılacak ve onu öteki varolanlardan ayıracak yanına göre iş görmektedir. O halde hak kavramı ile birlikte giden “ebedi barış”ın kurulması demek kendisi erek olan “insan”ın korunması dahası kurulması demektir.
Kant’ın “politik” ya da “kamuya açık” metinlerinde sıklıkla göze çarpan tutumu “moral-pratik” bakımdan iş görür kimi savları ön plana çıkartmak şeklindedir. Buna göre, felsefece metinleri içerisindeki kimi kendi savlarını görmezden gelmesi ya da geri planda tutması söz konusu olabilir.[8] “Ebedi Barışa Doğru Deneme”de de (tıpkı Aydınlanma Makalesinde olduğu gibi) bu gibi bir durum söz konusudur. Nitekim Kant burada Ereksellik kavramını moral-pratik nedenlerle yani konunun daha genel bir kitleye anlatılması ve daha çabuk ve etkili sonuç alınabilmesi için “Yargı Gücünün Eleştirisi” adlı yapıtında ele aldığından başkaca ele almaktadır. Burada söz konusu olan Ereksellik deneyimle birlikte giden ve deneyime göre çıkartılan, “Leibnizce” bir erekselliktir. Nitekim Kant bu yapıtında, “doğa”[9]nın (natura daedala rerum= şeyleri kotaran, beceren, yapan doğa) kendisinin (kendi başına doğanın) barışın garantisi olduğunu ileri sürer: Doğa, insanları ilkin savaş ile yeryüzünün farklı kısımlarına taşımış daha sonra bunları yine birbirlerine komşu kılmıştır. Birbirleri ile yan yana yaşayan toplulukların birlikte ve birarada yaşayabilmeleri için, yani birbirlerinden gelecek tehditlere ve saldırılara karşı koyabilmeleri için öncelikle kendilerini bir yasalılık içerisinde kurmaları yani doğa durumundan çıkmaları gerekir. “Başıbozuk bir çoğulluğun” bir dış saldırıya karşı koyabilmesi olanaklı değildir, onun öncelikle bir “insanlar biraradalığı”na dönüşmesi gerekir. İkincileyin, yasalılık içerisinde yaşayan ülkelerin birbirleri ile etkileşimleri çoklukla “Ticaret Güdüsü” (Handelstrieb) üzerinden kurulur. Ticaret edimlerinin işleyebilmesi için ise barış durumunun olması gerekir. Tek tek ülkeler yeryüzünün herhangi bir yerinde savaş çıkmamasını isterler çünkü bu onların bu bölgede ticari etkinlikte bulunamayacakları anlamına gelir. O halde barış durumunu kendi çıkarlarından ötürü isterler. “Bu tarzda, doğa insana ait güdülerdeki mekanizma aracılığıyla ebedi barışı garantiler.” (B 66)
IV. Kamusal Hak Kavramının Kalıbı: Açıklık/Şeffaflık (Publizität)
Kant, Moral ve Politikanın uyuşamayacağını ve ebedi barışın “boş bir hayal” (B 112) olduğunu öne süren “Politik Moralist”lere karşı Politika ile Moralin uyuşabilirliğini savunur. Burada Politika ile anlaşılanın “devletler yönetimi olarak Politika” olduğunu ve Antik Yunandaki “he politike tekhne” ile örtüşmediğini ifade etmek gerekir. “Politike Tekhne”nin neliği ve sınırları, bir episteme (=dianoia=philosophia) olan Etik ile çizildiğinden ve salt yönetenlere ilişkin bir beceri değil de genel olarak insan biraradalıklarının işleyişine ve etkileşimlerine ilişkin bir yetkinlik ve beceri olduğundan, bunun “moral” ile, “etik” ile ya da daha güzel ifade edildikte “episteme praktike” ile çelişmesi ya da uyuşmaması söz konusu olamaz. Bir yöneticinin Kant tarafından sayılan şu ilkeler ile iş görüyor olması onun Politike Tekhne içerisinde ve bununla iş görüyor olduğunu imlemez, aksine bundan hiçbir biçimde pay almadığını gösterir:
- Fac et excusa (Yap ve bahane üret)
- Si fecisti, nega (Eğer yaptıysan, inkâr et)
- Divide et impera (Böl ve yönet)
Bu sayılan “ilke”ler salt devlet yönetimi olarak düşünüldükte “Politika”ya kural diye alınabilir ve alınmaktadır fakat Politike Tekhne (Yöneticinin ve her tek yurttaşın becerisi) olarak Politika bu kurallara göre işlemez. Nitekim onun dayandığı sapasağlam kaynak, Etik’in (Episteme Praktike) kendisidir. Dolayısıyla “Politika Moral Uyuşmazlığı” bir Modern Çağ buluşudur ve kavramsal temizliğe ihtiyaç duymaktadır. Kant’ın girişimi de tam anlamıyla Antik Çağca bir girişimdir, diyesim Politike Tekhne’yi yeniden Etik ile belirleme ve sınırlandırma girişimidir. Buna göre, Politike Tekhne olarak Politika ile “Moral”in ya da Etik’in uyuşmadığını iddia edenler[10], Kant’a göre “insan”ı bilmemektedir, ondan nelerin çıkabileceğini, onun neye dönüşebileceğini görememektedir. “İnsan”ı bilmek demek onu bütünüyle, ruhsal/zihinsel yapısının ayrıntısı ile bilmek demektir. Buna göre, Duyumsama Yetisini (Sinnlichkeit), Anlama Yetisini (Verstand) ve bunun arka planındaki düşünen, saf “Ben”i ve bunun bir kaynağı olduğunu, İmgeleme Yetisini (Einbildungkraft), Yargı Yetisini (Urteilskraft), Aklı (Vernunft), İstemeyi (Wille) bilmeyen, bunların işleyişlerini ve sınırlarını bilmeyen, “insan”ı da bilemez. Kant bunlara ilişkin yaptığı ayrıtılı çalışma (üç Kritik) sonrasında “insan”ın gerçekleşebileceğine ilişkin bir olanağı kendi biricik Vernunft’u ile yakalamış görünmektedir. Dolayısıyla içeriği felsefece yeniden belirlendikte Politika, Moral ile uyuşmakla kalmaz, “onun önünde diz çöker” (B 110).
Kant, Politika ile Moralin uyuşmasının olanaklılığını gösterdikten sonra bu uyuşmanın işlemesinin ona göre düşünülmesi gerektiği bir ilkeyi (transzendental bir ilkeyi) ortaya koyar.
Bu ilke, kamusal hakkın (insan biraradalıklarının hak kavramına göre yaşamasının) olanaklılığının koşuludur. Kamusal Hak kavramının içeriği (tek tek empirik durumlar) ondan ayıklandıkta, geriye Açıklık/Şeffaflık (Publizität) denilen kalıp kalır. Kamusal hakkın transzendental formülü olarak ifade edilen bu ilke şu şekilde dile dökülmektedir:
“Öteki insanların hakkı ile ilişkili olan ve maximleri kamusal açıklık/şeffaflık ile uyuşmayan tüm eylemler haksızdır.” Bu ilke Kant’a göre yalnızca etik değil aynı zamanda hukukidir (B 99). Kamusal olarak ifade edemediğim, kamuya açık tarzda kabul edemediğim; başarılı olması için mutlaka gizli tutulması gereken, yüksek sesle ve açıklıkla ifade edemediğim, ettiğimde de her yandan bir karşıtlık ve dirençle karşılaştığım bir maxim’im varsa, demek ki maxim’imin getireceği/yaratacağı adaletsizlik herkesi tehdit etmektedir (B 99- B 100). Dahası bu ilke Kant’a göre “negatif” bir ilkedir diyesim kendisi aracılığıyla yalnızca başkalarına karşı “haklı” olmayan bilinebilir. Bir maximin açık edilebilirliği kendi başına onu haklı ve adil kılmaz.
Açıklık/Şeffaflık ilkesine göre, örneğin, ayaklanma ve isyan Kant’a göre haksız eylemlerdir. Ayaklanma, “sözümona bir tiranın baskıcı erkini ortadan kaldırmak için” (B 100) hakka uygun, adil bir araç değildir.[11] Bu da şuradan açıktır: Buna ilişkin maximleri kamuya apaçık etmeye kalktığınızda amaç olanaksız hale gelir; kamuya açtığınızda, apaçık ettiğinizde eyleyemez, iş göremez hale gelirsiniz (B 102). Bu türden edimler yalnızca gizlilikle yürütülebilir.
Açıklık/Şeffaflık ilkesi, Uluslararası Hak çerçevesinde değerlendirildikte, Kant’a göre, şu tek durumlara ilişkin aşağıdaki belirlemeler ortaya koyulabilir:
- Bir ülke bir diğer ülkeye bir konuda söz verdiğinde, bu sözünden dönmesi; sözünü tutmaması söz konusu olamaz. Nitekim bu niyetini açık edince maxim uygulanamaz hale gelir. Açık edilince uygulanamıyorsa haksız bir maximdir. (B 104- 105)
- Büyük bir güç haline gelmiş (potentia tremenda) ve komşu ülkeler için kaygı yaratan bir ülkeye (nitekim bu türden bir güç, her an onları ele geçirmeye çalışabilir), bu ülke diğer ülkelere saldırmadan önce saldırılamaz. Bu maximi açık eden ülkenin başı çabucak belaya girer. Dolayısıyla açık edilirse yapılamaz hale gelir ve haksızdır. (B 105- 106)
- Eğer ufak bir ülke, konumundan ötürü daha büyük bir ülkenin bütünlüğünü bölüyorsa ve büyük ülkenin devamlılığı ve korunması için bu ufak toprak parçası zorunluysa, büyük ülkenin küçük olanı kendi toprakları içerisine katması ve kendi toprağını onunki ile birleştirmesi adil midir? “Kolayca görülebilir ki büyük ülke bu maximini önceden açık edemez; ederse ya daha ufak devletler önceden bir araya gelir ya da öteki güçler bu işgal yüzünden kavgaya tutuşur.” O halde bu maximin açık edilmesi onu yapılamaz kılar. Dolayısıyla maxim haksızdır. (B 106- B 107)
Dünya Yurttaşlığı Hakkı Çerçevesinde de Açıklık/Şeffaflık ilkesi benzer biçimde iş görür. Bu negatif ilke ile maximler sınandığında hakka uymayan eylemler açığa çıkar. Buna göre, sözgelimi ticaret için gittiğiniz bir uzak toprak parçasında yaşamlarını sürdürmekte olan ama bir yasalılık içerisinde birarada bulunmayan kişilere karşı eylemlerinizin maximlerini, açıklık ilkesine göre sınadığınızda bunlarda haksız bir yan varsa açığa çıkabilir. Örneğin bu kişilerle biraraya geldiğinizde bunları köle kılmak, bunlara eziyet etmek niyetinizi açıklıkla ifade ederseniz, bu maximlerinizin ereği gerçekleştirilemez olur. O halde bunlar, açıklık/şeffaflık ilkesine göre değerlendirildikte, hak kavramından pay almayan eylemlerdir.
Şeffaflık/Açıklık ilkesinin negatif bir ilke olması şu demeye gelir: bu ilke ile hangi maximin haktan pay almadığı çıkartılabilir ama hangi maximin hak kavramı ile birlikte gittiği yakalanamaz. Nitekim Kant’a göre, açık edilebilen her maxim böylelikle adil değildir (B 107).
O halde kamusal hak kavramının onun içerisinde ve ona göre açığa çıkabileceği ilkeyi de belirtmek gerekir. Bu ilke ya da kalıp şu şekilde ifade edilir:
“Ereklerini boşa çıkarmamak için [kendilerini] kamuya açmayı/sunmayı gerektirecek tüm maximler, hak ve politika ile uyuşur.”
ibid. B 110 – 111
“Ereklerini ancak ve ancak “açık etme” (Publizität) ile gerçekleştirebiliyorlarsa genel halk mutluluğunun ereğine uygundurlar.”
ibid.
Politikanın asıl ödevi de budur. Gerçekleştirilmesi amaçlanan şey, ancak ve ancak, ilkece her yurttaşla paylaşıldıkta gerçekleştirilebiliyorsa, bunların her birinin temsili ve enine boyuna düşünmesi üst düzeydedir denilebilir. O halde ereğin gerçekleşmesi için maximin halka açılması gerekiyorsa, yani halkın bundan pay alması ile erek gerçekleşecekse, burada tek tek kişilerin yurttaş olarak düşünülmesi ve bu biraradalığın bir yığın ya da bir sürü olarak görülmemesi söz konusudur denilebilir.
Sonuç
Kant’a göre, son-erek (Endzweck) olarak insan, son derece değerli bir varolandır; onun korunması ve ona belli bir tarzda muamele edilmesi gerekmektedir. “Ebedi Barış”ın kurulması çabası, son-erek olan insanın korunması çabasıdır ve bu “boş bir ide değil, bir görevdir (Aufgabe).” (B 112) “İnsan”ın yapısı ve olanaklılığı değerlendirildikte şunu ifade etmek gerekir: “insan-sevgisi ve insanların haklarına saygı ödevdir.” (B 109) Kant’a göre, bunlardan beriki dolaysız olarak, öteki ise dolaylı olarak yakalanır.
İnsanın kendisini onun içerisinde ortaya koyabileceği biricik durum olan “kamusal hak durumunun gerçekleştirilmesi ödevdir (Pflicht)” (B 111) ve “ebedi barış”ın kurulması için de zorunludur.
Kant’ın Kritik adlı yapıtlarındaki araştırması ile, insanın değerinin niçini ve dolayısıyla İnsan Hakları Kavramının felsefece temellerini ortaya koyduğunu belirtmek gerekir. Bu yapıtların peşi sıra gelen kimi metinlerinde ise “insan”ın ortaya çıkabilmesinin “olanaklılığının koşullarını” yani hak kavramını ve bunun ancak ve ancak nasıl kurulabileceğini, gerçekleştirilebileceğini sermektedir. “Ebedi Barışa Doğru Felsefece Deneme” bu çerçeve içerisinde değerlendirilebilir. Bu yapıtta, bir “dış yasalılık”ın olmadığı durumlarda bile “iç yasalılık”ın yol göstermesinin ne demeye geldiğinin altı çizilmektedir ve yeryüzündeki hiçbir dış yasalılıktan pay almayan bir kişinin diyesim bir topluluk içerisinde yaşayan ama bir devlet altında yaşamayan bir kişinin, “insan” olmaklığı bakımından değerlendirildikte nasıl yasalılığa katılabileceğinin hesabı verilmektedir. Bu da şu demeye gelir: Dünya Yurtttaşlığı Hakkının ortaya koyulması ile yeryüzünde her yerde hakkın ortaya çıkabilmesinin olanağı serimlenmektedir. Kant, insandan neler çıkabileceğini bilemeyen ve göremeyen “Politik-Moralist”lerin karşısında, “insan”dan tam da neyin çıkabileceğini, kendi kişisinde ve metinlerinde apaçık gösterir görünmektedir.
Kaynakça
Immanuel KANT, Beantwortung der Frage: Was ist Aufklärung? (1784)
Immanuel KANT, Über den Gemeinspruch: Das mag in der Theorie richtig sein, taugt aber nicht für die Praxis, Zum ewigen Frieden, Meiner Philosophische Bibliothek, Band 443, Felix Meiner Verlag, Hamburg, 1992.
Immanuel KANT, Kritik der praktischen Vernunft, Grundlegung zur Metaphysik der Sitten, Herausgegeben von Wilhelm Weischedel, suhrkamp taschenbuch wissenschaft, 1974.
Immanuel KANT, Pratik Aklın Eleştirisi, Çev.: Ioanna Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, Ankara 1999.
Immanuel KANT, Kritik der reinen Vernunft, Nach der 1. Und 2. Orig.-Aus. Hrsg. Von Jens Timmermann. Mit einer Biblogr. Von Heiner Klemme.-Hamburg: Meiner, 1998.
Immanuel KANT, Kritik der Urteilskraft, Herausgegeben von Wilhelm Weischedel, suhrkamp taschenbuch wissenschaft, 1974.
[1] Yapıtın ilk basımı Königsbergli yayımcı Nicolovius tarafından yapılıyor: Zum ewigen Frieden: Ein philosophischer Entwurf von Immanuel Kant, Königsberg, den Friedrich Nicolovius, 1795.
[2] “Aydınlanmanın Hükümdarı” II. Friedrich’in ardından tahta geçen ve 1797 yılına kadar Prusya Kralı olarak kalan II. Friedrich Wilhelm önceki kral gibi özgürlükçü değildi dahası “Aydınlanmacı Mutlakiyet”e de karşıydı. 9 Temmuz ve 19 Aralık 1788’de çıkartılan din ve sansüre ilişkin kararnameler sonrasında Kant yapıtına böyle bir madde eklemeyi uygun görmüş olabilir.
[3] Makalenin içerisindeki tüm alıntılar, yazarın kendisi tarafından, yapıtların asıllarından Türkçe’ye çevrilmiştir.
[4] Kant’ın “doğa durumu” (status naturalis) deyişini doğrudan Thomas Hobbes’tan (1588-1679) aldığını (Thomas Hobbes, Leviathan, Part I. Of Man, Chapter XIII, Of the Natural Condition of Mankind, As Concerning Their Felicity, and Misery) söylemek gerekir ama Kant’ın “insan”ın yapısına ve “doğa”nın neliğine ilişkin görüşleri Hobbes ile örtüşür görünmemektedir.
[5][5] “Aydınlanma Nedir Sorusuna Yanıt” (1784)
[6] G. W. Leibniz, New Essays IV, 16: “la nature ne fait jamais des sauts.”
[7] Aristoteles, Ruh Üzerine 432b 21, Gökyüzü Üzerine 271a 33.
[8] Kant’ın “politik metinleri”nde “Ereksellik” kavramının kullanımına ilişkin ayrıntılı bir çalışma için bkz. Thomas Mertens, Zweckmäßigkeit der Natur und politische Philosophie bei Kant, Zeitschrift für philosophische Forschung, Vittorio Klostermann GmbH, B. 49, H. 2 (Apr.-Jun., 1995), 220-240.
[9] Kant’a göre insan zihninin dışında ve ondan bağımsız bir kurallılığın diyesim ayrı başına “doğa” diye bir şeyin olmadığını belirtmek gerekir. O halde, “doğa”nın “Ebedi Barışa Doğru Deneme” içerisindeki bu kullanımı olduğu gibi “moral-pratik”tir.
[10] Sözgelimi Niccolò Machiavelli’nin (1469-1527) yaptığı iş buna örnek diye düşünülebilir.
[11] Kant devrime ve ayaklanmaya karşı olmasının nedenini “Aydınlanma Nedir Sorusuna Yanıt” metninde şu şekilde açıklar: devrim ile baskıcı bir yönetim biçimini kısa süreliğine değiştirmek olanağı vardır ama tek tek kişilerin düşünme kalıplarını, düşünme biçimlerini bir gecede değiştirmek mümkün değildir ve aydınlanma için yapılması gereken de budur. Dolayısıyla böyle bir durumda, bir baskıcı yönetimin yerine başka türden bir baskıcı yönetimin gelmesi olasıdır.
One reply on “Kant’ta “Ebedi Barış” Çerçevesinde Dünya Yurttaşlığı Kavramı ve İnsanın Değeri”
Çok teşekkürler 💜
________________________________
Gönderen: Königsberg Radyosu
Gönderildi: 31 Ağustos 2020 Pazartesi 10:52
Kime: sezererdem@windowslive.com
Konu: [New post] Kant’ta “Ebedi Barış” Çerçevesinde Dünya Yurttaşlığı Kavramı ve İnsanın Değeri
Levin Basut posted: ” “Ereklerini boşa çıkarmamak için [kendilerini] kamuya açmayı/sunmayı gerektirecek tüm maximler, hak ve politika ile uyuşur.” “Ereklerini ancak ve ancak “açık etme” (Publizität) ile gerçekleştirebiliyorlarsa genel halk mutluluğunun ereğine uygundurlar.” P”
LikeLike